Türkçe | Kurdî    yazarlar
Adem Demir: "Barış süreci" tarihi bir fırsattır, heba edenler vebal altında kalır

2025-08-15

Ortadoğu'da ne yazık ki kan ve gözyaşı eksik olmuyor. Özellikle Kürtlerin yaşadığı 4 ülkede (Türkiye – İran – Irak ve Suriye) hem iç sorunlardan hem de dış müdahalelerden kaynaklı acılar yaşanıyor.

ABD, "demokrasi ve özgürlük getireceğim" vaadiyle Irak'ı yaşanmaz hale getirdi. Bağdat, yıllardır kördüğüme dönüşen sorunlarla boğuşuyor. Petrol denizi üzerindeki ülke bir türlü huzura kavuşmuyor.

Suriye, Baas rejiminin baskıcı yönetimi nedeniyle cehenneme döndü. Bir milyona yakın insan yaşamını yitirirken yaklaşık 7 milyon Suriyeli mülteci durumuna düştü. İç savaşın sürdüğü Suriye'de Beşşar Esad ülkeyi bırakıp kaçtı. Yeni başa gelen yönetim de ciddi iç karışıklıklar ve problemlerle uğraşıyor.

İran kapalı bir toplum. Molla rejimi, farklı düşünene hayat hakkı tanımıyor. ABD ve Avrupa ülkelerinin ambargoları nedeniyle nefes almakta güçlük çeken ülkede en büyük zulmü Kürtler ve muhalifler görüyor. Tahran yönetimi, başını kaldıran her Kürt'ü idam ediyor. Muhaliflerin büyük bölümü ise ya ülkeyi terk ediyor ya da cezaevlerinde yaşam mücadelesi veriyor. Aynı İran, İsrail'in hava saldırılarıyla büyük zarar gördü. Birçoğu üst düzey askerî yetkili olmak üzere bin 100'den fazla kişi yaşamını yitirdi. İran'ın İsrail'e ne yaptığını bütün dünya gördü. Ama İran, İsrail'in saldırılarının intikamını halkından alırcasına tam 21 bin kişiyi gözaltına aldı.

Kürtlerin büyük bir kısmının yaşadığı Türkiye ise bu üç ülkeye göre daha farklı bir noktada duruyor. Türkiye'de de sorunlar yok değil tabii ki. Özellikle de silahlı çatışmadan kaynaklı pek çok ocağa ateş düştü. Silah altındayken terörle mücadelede yaşamını yitirenler ise hem fakir fukara çocukları oldu. Türkiye'de PKK'ye karşı yürütülen mücadele nedeniyle kaç kişinin kara toprağa düştüğü tam net değil. Ancak Kürt olup da ölenlerin sayısının 70 binleri bulduğu basında yazıldı, çizildi.

Eskiden yanlış politikalardan ötürü analar ağladı. Bu gözyaşlarının dinmesi için Türkiye zaman zaman adımlar attı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, akan gözyaşlarını dindirmek için ciddi risk aldı.

Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Bitlis'in Güroymak (Norşin) ilçesinde geçerken "güzel şeyler olacak" demesiyle 2009'da başlayan, 2013 ile 2015 yılları arasında neredeyse kan dökülmesine son verecek noktaya gelen çözüm sürecinde "inkâr", "imha" ve "asimilasyon" ortadan kaldırıldı.

Kürt sorununun çözümü için nelerin yapıldığı ve hangi adımların atıldığı uzun uzun, defalarca pek çok farklı kişi, kurum ve kuruluş tarafından dile getirildi. Fakat birinci çözüm süreci ne yazık ki başarıya ulaşamadı. Ama Türkiye, sorunları demokratik yollarla çözme noktasında ciddi bir tecrübeye sahip oldu.

Diyelim ki hiçbir şey olmadı. İnsanların ölmemesi yeterli derecede değerli değil mi? Birinci çözüm sürecinde Kürtlerin yaşadığı illerin dağlarına bahar gelmesi yabana atılacak bir unsur mu? O dönemde askerler dâhil büyük çoğunluğun gelişmeleri olumlu görmesi ve silahlı çatışma kaynaklı cenazelerin gelmemesi kıymetsiz mi?

Elbette hayır. Zira bir canı yaşatmak, insanlığı yaşatmaktır. Devletin bu anlayışı hafızaya kaydettiği anlaşılıyor. Bunun için devlet, akamete uğrayan birinci çözüm sürecinden gerekli dersleri çıkararak yeni bir barış sürecine start verdi. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 1 Ekim'deki çıkışla başlayan süreç, şimdiye kadar bir yol kazası yaşamadan ilerliyor.

Ancak bu çözüm sürecine karşı olanlar da yok değil. Hem bazı Türk milliyetçileri hem de bazı Kürt milliyetçileri, çözüm sürecine karşı kampanya yürütüyor. Zafer Partisi ve İYİ Parti'nin başını çektiği Türk milliyetçileri, devletin Abdullah Öcalan ve PKK'ye teslim olduğunu savunuyor. Kürt milliyetçileri ise çözüm sürecinin Kürtlere bir şey kazandırmadığını, aksine elde edilen kazanımların fiyakalı sözcüklerle elden alınacağını iddia ediyor.

Bu görüşlerin katılacak hiçbir tarafı yok. İktidarın "Terörsüz Türkiye" ismini verdiği, Kürtlerin ise "barış süreci" olarak adlandırdığım bu yeni çözüm kesinlikle bir inkâr ve imhayı içermiyor. Kürtlerin hiçbir kazanımını da ortadan kaldırmıyor. Çünkü taraflar ortada ve her şey kamuoyunun gözleri önünde görüşülerek yapılıyor.

Barış sürecini inkâr ve imha politikasının devamı olarak yorumlamak doğru değildir. Bu yönlü yaklaşım, konuyu tarihsel bağlamından kopararak değerlendirme sonucu ortaya çıkıyor. Gerçekte bu söylem, Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak, şiddetsiz bir toplumsal düzen arayışını ve farklı kesimlerin eşit vatandaşlık temelinde bir arada yaşayabilme vizyonunu yansıtıyor.

Bu perspektifin temelinde, modern demokrasilerde hiçbir siyasi talebin şiddet yoluyla dile getirilemeyeceği, tüm sorunların demokratik mekanizmalar içinde çözülebileceği ilkesi yatıyor.

"Terörsüz Türkiye" kavramı, bu bağlamda etnik köken, inanç ya da siyasi görüş farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların güvenlik içinde yaşayabildiği bir toplum modelini öngörüyor.

Kürt sorununun çözümü gündeme geldiğinde uluslararası karşılaştırmalar yapılırken, Türkiye'nin jeopolitik koşullarının gözardı edilmemesi gerekiyor.

Doğu Timor, Güney Sudan veya Kosova örnekleri, farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlarda gelişmiş süreçler olarak kabul ediliyor. Türkiye ise NATO üyesi, AB adayı ve bölgesel güç statüsündeki bir ülke olarak, toprak bütünlüğünü koruyarak demokratik reformları hayata geçirmeye odaklanmak durumunda.

Yeni barış sürecinde devlet daha dikkatli adım atıyor. Aynı ihtiyatlı tavrı Kürt siyasi aktörler de gösteriyor. Bunun için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bir komisyon kuruldu. Bu komisyona ne isim verileceği bile pek çok farklı görüşme yapılarak ve ortak karar sonucu alındı.

"Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu"nda neredeyse her partiden temsilci yer alıyor. İYİ Parti'nin tepki göstererek üye göndermemesi sonucunda onların yerine yeni üyeler seçildi. TBMM'deki yeni komisyonda yer alanlar, Türkiye toplumunun neredeyse yüzde 90'ını temsil ediyorlar. Burada konuşulan her şey kayıt altına alınıyor. Orada sadece DEM Partililer değil, diğer partilerde siyaset yapan Kürtler de var. Bunların hiçbiri, Kürtleri rahatsız edecek bir kararın alınmasına rıza göstermez.

"Barış masası" kavramına yönelik eleştiriler de gerçekçi zeminde değerlendirilmeli. Demokratik ülkelerde devlet, anayasal düzenin koruyucusu olarak müzakere süreçlerinin çerçevesini belirlemek durumunda. Bu, "tek taraflı" bir yaklaşım değil, hukuk devletinin gereğidir. Masanın katılımcıları ve gündem maddeleri, demokratik meşruiyet ve anayasal sınırlar içinde şekillenmeli.

Günümüzde Türkiye'nin karşı karşıya olduğu asıl sorun, uzun yıllar süren terör olaylarının toplumsal hafızada bıraktığı yaralar ve güvensizlik ikliminin nasıl aşılacağıdır.

"Barış süreci", yaraların sarılması ve toplumsal uzlaşının sağlanması için gerekli zemini hazırlayabilir.

"Terörsüz Türkiye" söylemi, geçmişin inkâr politikalarının devamı değil, aksine bundan kopuş ve demokratik normalleşme arayışının ifadesi olarak görülüyor.

Bu süreçte temel hedef, etnik köken, inanç ya da siyasi görüş farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların eşit haklardan yararlanabildiği, şiddetsiz ve demokratik bir toplum inşa etmektir.

Kalıcı barış, ancak tüm tarafların demokratik kuralları kabul ettiği, şiddeti araç olarak kullanmaktan vazgeçtiği ve ortak geleceğe odaklandığı bir zeminde mümkündür. İktidarın "Terörsüz Türkiye" dediği, bizim "barış süreci" olarak adlandırdığımız hedef, bu ortak geleceğin inşası için atılan önemli bir adımdır. Tarihi bir fırsattır. Bu tarihi fırsata karşı görüşler elbette olacaktır. Ancak bunu yaparken haksızlık etmemek gerektiğini de kabul etmek lazım.

Zira Türkiye, ret, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını terk edeli çok oldu. Devlet aklı artık etnik ayrım yapmaksızın tüm vatandaşlara eşit ve adil yaklaşım göstermek, sorunları şiddete başvurmadan çözmek yönünde.

Burada özellikle milliyetçi Kürtlerin unutmaması gereken bir durum var. O da şu: Kürt toplumunda barış çok değerlidir. Ne yaşanırsa yaşansın, insan babasının katilini bile affedebiliyor. Barış için kurulan sofraya oturulduğunda geçmişte yaşanan tüm olumsuzlukların üzerine sünger çekiliyor. Katil ile mağdur daha sonra birçok kez aynı ortamda bulunup yan yana oturabiliyorlar. Çünkü affetmek, büyüklüğün şanındandır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir el uzatmış durumda. Sorunu sulh yoluyla çözmekten yana. Bunun için çaba gösteriliyor. Uzatılan eli kırmamak gerekir. Eleştiri noktasına gelince de haksızlık etmemek gerektiğinin bilincinde olmak gerekir. Bu topraklara bir tek damla kanın düşmemesi için herkesin üzerine düşeni yapması şart.

Aksi takdirde barış sürecini sorgularken silahlı çatışmayı savunanlar, kara toprağa düşen her can kaybının sorumlusu olurlar.

Rudaw

BASıNDAN