2025-08-18
Gelişmeler ve barışa dair umut var ama sosyal, kültürel bir rahatlama yok, izin de verilmiyor. Güven duyulacak bir zemin de hakeza sunulmuyor.
Étienne Balibar “Şiddet ve Medenilik” eseri çağdaş şiddetin teşhisi, bu şiddeti anlamak için kuramsal bir müdahale ve buna karşı siyasal bir yöntem önerisi şeklinde bir yol izler.
Balibar, günümüzde klasik siyasetin araçlarıyla anlaşılamayacak kadar yeni şiddet biçimlerinin zamanın ruhuna egemen olduğunu belirtiyor.
Buradan hareketle de aşırı şiddetin öznel ve nesnel olarak yükselişini kabul ediyor. Balibar, bu iki durumun kesişimini en tehlikeli alan olarak tanımlar ve bu noktayı “zulüm” olarak adlandırır. Çünkü zulüm dediğimiz şey kurbanı insanlıktan çıkarmayı, onu bir nesneye veya gereksiz bir varlığa indirgemeyi amaçlayan şiddettir.
Şiddet için tamamen siyasi, tamamen apolitik ya da tamamen kamusal veya tamamen özeldir diyemiyoruz. Daha melez durumlar vardır diyen Balibar, bundan ötürü de Hegelci, Hobbesçu veya Schmidtçi perspektiflerden uzaklaşarak (egemenlik, dost-düşman, meşru şiddet vs) artık bu tezlerin durumu anlatmaya yetmediklerinin altını çiziyor.
Bu anlamda klasik modellerin eleştirisini yapıp, yeni şiddet konfigürasyonlarını teşhis etme derdine düşen Balibar gemiyi "Sivillik" (civilité) limanına getirir. (Medenilik olarak da okunabilir)
Balibar burada şiddetin karşısına temel bir kavram olarak “civilite”yi koyar.
Bu kavramdan anladığımız şey basit bir naziklik hali değildir, aşırı şiddet ve normlarına karşı yürütülen aktif, sürekli bir siyasi mücadeledir. Bu mücadele, çeşitli sivillik stratejileri ile yürür, yürümek zorundadır. Bunun anti hali (sivilsizlik) şudur: toplumsal bağların çözüldüğü, dayanışmanın yok olduğu, insanların birbirine karşı korku ve güvensizlik duyduğu, zulmün normalleştiği çürüme halidir…
Yani sivillik ve sivilsizlik (incivilite) zıt durumlardır.
Öneri kısmında da Balibar elbette umutsuz değildir.
Çözüm olarak eşitlik ve özgürlük kelimelerinden ürettiği “égaliberté” kavramını merkeze alır.
Balibar'a göre, özgürlük ve eşitlik birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Birinin olmadığı yerde diğeri de olamaz. Eşitlik ve özgürlük birbirini varsayar ve birbirini oluşturur. Eşitlik özgürlük, özgürlük eşitlik içinde anlamlıdır. Birinin eksikliği tiranlıktır. Bu neden zulüm, en temelinde égaliberté ilkesine yapılmış bir saldırıdır. Bu ilkeyi hayata geçirecek olan sivillik mücadelesidir.
***
Balibar’ın anti-şiddet diskuru ‘soğuk barış’ kavramı ile de tartışılır birçok yerde.
Üzerinde durmak istediğim yer de burasıdır.
Wikipedia’ya göre kavramın belgelenmiş ilk ve en yaygın kabul gören kullanımı, 1982 yılında dönemin Mısır Dışişleri Bakanı ve daha sonra BM Genel Sekreteri olacak olan Butros Butros-Gali'ye aittir.
Butros-Gali, bu terimi 1979'daki Camp David Antlaşmaları sonrası Mısır ve İsrail arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullanır. Kullanma bağlamı “Hükümetler arası barış var ama toplumlar arası normalleşme yok” durumunu adlandırmak içindi.
Yani resmî barışın “soğuk” kalması, iş birliğinin sınırlı tutulması ve kamuoyunda mesafenin korunmasını ifade ediyordu Gali.
Tekrar altını çizecek olursak, sıcak savaşın görece bittiği ama biten bu halin halklar arasında bir dostluğa, sıcak kültürel ve sosyal ilişkilere veya karşılıklı güvene dönüşmediği her anın tanımıdır “soğuk barış” …
Soğuk barış, diğer yandan sivil/medeni olmayan her durumun olduğu siyasal iklimdir. Balibar’ın zulüm olarak tarif ettiği hallere işaret eder. Devletler arasından öte toplumlar arasındaki (daha iç alan) durumdan bakar. Şiddetin ekonomik, siyasal, toplumsal ve sosyal dışlama faaliyetleriyle iç içe geçerek toplumda yarattığı halin kendisini tarifler soğuk barış. Görece savaş ve barış arasındaki sınırların kalktığı, toplumun içini kemiren sistematik bir şiddet halinin de sürdüğü aralığa bakıyor bu ‘soğukluk.’
Güncele geldiğimizde bu iki durumun da güncelliğini görürüz.
Hem toplumun kılcal damarlarına sızan zulüm pratikleri hem de ‘soğuk barış’ hallerini.
Evet, görünürde bir barış süreci var. Silahların sustuğu, aktif savaş halinin durduğu/donduğu bir yerde kabul ediyor kendini toplum.
Fakat toplum aynı zamanda diken üstünde. Çünkü güvendiği bir fiili hal yok. Kısmen resmi barış ama fiili güvensizlik ve mesafeli ruh halleri aşılabilmiş değil.
Gelişmeler var ama normalleşme yok, tersine toplumu geren, süreci de zora sokan operasyonlar, pratikler var.
Gelişmeler ve barışa dair umut var ama sosyal, kültürel bir rahatlama yok, izin de verilmiyor. Güven duyulacak bir zemin de hakeza sunulmuyor.
Tüm bunlar bence tam da Balibar’ın tespiti ile birer zulüm pratiği. Çünkü barışı ortada bırakan, onu sahiplenme yerine uzaklaştıran, çözüm değil de sorun olarak kodlayan her anlayışa geçit veren bilinçli bir tercih var.
Haliyle içinden geçtiğimiz süreç, bir yanıyla da soğuk barış.
Bu hali aşabilecek durum ve ortam var. Şartlar da hiç olmadığı kadar uygun.
Modern jeopolitik bugün "tavrın değişirse kaderin değişir" ilkesine göre gidiyor.
İktidar da dilini, gücünü barışa güven üzerinden bükerse soğuk değil sıcak ve aktif barışa açılırız.
Yazının fotoğrafı
Min Dît (Türkçe: Ben Gördüm) filminden bir kare. Miraz Bezar’ın yönettiği ve 2009 yılında çekilen bir film, Türkiye’de 2 Nisan 2010’da vizyona girdi.
Diyarbakır’da çatışmalı dönemde anne ve babalarını kaybeden iki çocuğun yaşam mücadelesini konu edinir. Evrim Alataş ile Miraz Bezar’ın birlikte kaleme aldığı öyküden yola çıkarak Bezar’ın yazıp yönettiği film, Kürtçe çekilmiş ve Türkçe altyazıyla gösterilen ilk yapım olma özelliğine sahip.
Bezar Film & Corazón International ortak yapımı olan Min Dît, hem yurtiçi hem de yurtdışında birçok festivalde gösterilmiş ve ödüller kazandı. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ulusal yarışmaya katılan ilk Kürtçe film olarak tarihe geçmiş, gösterimi sırasında ve ardından düzenlenen söyleşilerde senaryonun politik boyutu üzerine tartışmalar oldu.
Bianet
BASıNDAN