2025-05-07
Hakikate yaslanırsak; barışın devletin değil, insanların elinde olduğunu anlarız. Türkiye’de barışı erteleyen şeylerden biri de bu sorumluluk duygusundan kaçmadır.
Gürcistan'ın kuzeydoğusunda, Stepanzmind'de (Kazbegi), 20 Nisan günü, Paskalya şenlikleri sırasında bir kavga çıktı.
Kavga edenler Paat Khaikashvili ve Gie Kushashvili komşulardı.
Basında çıkan haberlere göre, bu kavganın nedeni "yerine getirilmemiş bir söz nedeniyle anlaşmazlık" idi.
Paat, komşusunu bıçakladı ve ortadan kayboldu.
Bıçaklanan komşu da kaldırıldığı hastanede kan kaybından öldü.
Dünyanın herhangi bir yerinde her an olma potansiyeline sahip bu ‘sıradan’ olayı anlatma nedenim, sonrasındaki gelişmelerdir.
Biz bu hikâyeyi, 27 Nisan günü viral olan bir video üzerinden öğrendik.
Videoda onlarca kişi çamurlu pis bir caddede dizleri üzerinde çökmüş, başlarını öğe eğmiş görünüyorlar.
Herhangi bir şey demiyorlar, sadece ara sıra; bir işaret, bir söz beklercesine, karşı tarafa bakıyorlar.
Çok geçmeden bir yaşlı karşılarına dikiliyor ve gözyaşları içinde kalkmalarını işaret ediyor. Gözyaşları içinde birbirlerini öpüyorlar.
Diz çökenler cinayeti işleyen kişinin ailesidir.
Diz çökerek, sessizce beklemelerinin nedeni de affedilme talebidir.
Kazbegi’de gerçekleşen bu anlamlı ritüel, kan davalarına engel olan, toplumsal barışa katkı veren değerli bir geleneğe yaslanıyor.
Peki toplu diz çökerek, sessizce karşı taraftan af dileme bize ne anlatıyor?
Tam da içinden geçtiğimiz sürecin bam telini yakalayan yönleri olduğu için hikâyeyi aktarma ihtiyacı hissettim. Üzerine de konuşulası bir konu.
Çünkü modern hukuk sistemlerini aşan, derin toplumsal dinamikleri gözler önüne seren bir durum var ortada.
Bu diz çökme, bu hareket, şüphesiz sadece bir özür olarak ele alınamaz.
Aynı zamanda bir sorumluluk taşıyorum demektir. Etik bir kaygım, derdim var demektir.
Birinin ölümü karşısında “Ben yapmadım, ilgim yok” demek yerine, “Bu toplumun bir parçasıyım ve bu kayıp benim de kaybımdır” demektedir.
Kafkaslara ait bir deyiş olan “Birinin canı yandığında, dağ bile diz çöker” sözü, tam da bu sorumluluk ve dahil olmayı içeren bir geçmişten günümüze varıyor.
Kağızman
Gürcistan’da yaşanan bu duruma yakın bir örnek de geçen hafta, Kars Kağızman’da yaşandı.
Kağızman ilçesinde ölümlü bir kavga meydana gelince, ilçede büyük bir krize yol açıyor. Olay sonrası taraflar arasında barış sağlanamayınca, cinayet şüphelisinin akraba ve kuzenlerinden oluşan 25 kişilik aile, köyü terk etmek zorunda kalıyor.
Bu haber üzerinden düşen videoda, köyde kalanlar ile köyden gidecek olanların karşılıklı ağlaması, hüznü göze çarpıyor.
İki farklı coğrafya, lakin benzer iki durum.
Benzerlik şudur: Birinin ölümünden herkes sorumluluk hissediyor.
Bir cinayet, bir kavga sadece bireyler arasındaki bir hesaplaşma olarak ele alınamaz.
Bir ölüm, topluluğun dokusunda açılan devasa bir boşluktur ve boşluğu sadece hukuk ile dolduramaz veya açıklayamazsınız.
Mevcut ceza sisteminde hukuk, olay ve olguyu fail-kurbana indirger.
Vicdanın burada bir fonksiyonu yoktur.
Bu iki örnekte de suçun bireysel değil, kolektif bir bağlam olarak algılandığı görülmektedir.
“Suç sadece işleyeni etkilemez, herkes etkiler” gerçeği hatırlatılmaktadır.
Yine bu iki örnek olayda da altı çizilmesi gereken bir şey var: Toplumsallığın inşası…
Sadece inşa da değil, onu yeniden kurma hali de denilebilir.
Araplarda bulunan “Şulha” ritüeli, yakın dönemde soykırım sonrası Ruanda’da işlevsel olan “Gacaca” kültürü, apartheid sonrası kurulan hakikat ve uzlaşma komisyonları, Japonya’daki ‘toplumsal utanma’ kültürü ve daha sayabileceğimiz birçok ritüel, suçu bireyin ötesine taşıyarak, “ilişkiyi” ve toplumsallığı/topluluğu onarır.
Şulha’da haysiyet, Gacaca’da gerçekler önem kazanır ve sonuç olarak barış kültürüne hizmet eder.
Dünyanın farklı yerlerinde yaşanan bu uygulamalar “her ölüm, herkesin kaybıdır” ilkesini pratiğe döküyor.
Barış
Bir toplumda bir ölüm varsa bu herkesi ilgilendirir. Bir insan öldüğünde, onunla aynı toplumu yaşayan herkesi ilgilendiren bir konuma geçer. Bugünün zor dünyasına baktığımızda dayatılan, özendirilen şeyin herkesi kendi dünyası ile sınırlı kalmasıdır. Kimse payına düşeni almak niyetinde değil. Herkesin herkesi hızlıca suçlu bulabildiği bir realitenin içindeyiz. Oysa barış veya çözüm dediğimiz süreçler, “evet benim de kaybım” denilen anda başlıyor.
Şunu net olarak kabul etmek gerek: Barış, siyasetten önce toplumsal bir örüntüdür.
Barış, siyasal bir düzenlemeden çok, etik bir yükümlülüktür.
Sadece siyasi anlaşmalar ve görüşmelerle sağlayamazsınız barışı.
Sadece resmi karar veya protokollerle inşa edemezsiniz.
Kazbegi ve Kağızman’da olan biteni buradan okuduğumuzda, toplumu koruma, onları bir şekilde bir arada tutma refleksini görürüz.
Toplumsallığı kuran, yeniden inşa eden iki durum görürüz.
İşte toplumsallık, barışın en kritik, en önemli aşamasıdır.
Bu yüzden barış devletleri değil, toplumu büyütür.
Yasayı değil, vicdanı öne çıkartır. Kaçmayı değil, sorumluluğu gösterir.
Hakikate yaslanırsak; barışın devletin değil, insanların elinde olduğunu anlarız.
Türkiye’de barışı erteleyen şeylerden biri de bu sorumluluk duygusundan kaçmadır.
İnsanın yeniden insana bağlandığı bir yerde barış daha kolaydır.
Kazbegi’de diz çöken aile veya Kars’ta ayrılırken ağlaşan köylüler bir şekilde birbirine dokunmanın, bir şeyi tesis etmenin derdindeler.
Ez cümle,
27 Şubat çağrısı, aynı zamanda yeni bir toplumsallık inşası çağrısıdır.
“Her ölüm herkesin kaybıdır” demenin çağrısıdır.
Barış, biz’in yeniden tanımlandığı bir toplumsallık hali ile mümkündür der.
Herkes aynı düşünmese de bu çağrı, devletin hukuk aygıtları ve sistemini aşan, insanı insana bağlayan bir etik zemine dayanıyor.
Bu çağrı sorumluluk, kolekif görme ve etik bir yerden de okunmazsa eksik kalır.
Unutmamak lazım, “af/fetmek ve hafıza kaybı” aynı kelime köküne sahiptir.
Gerçek barış unutmaya, intikama yaslanarak değil; hatırlayarak, yüzleşerek ve buna rağmen affı mümkün kılarak inşa edilir.
Barış ve nasıl barıştığın konusu, Kazbegi'deki o diz çöküş kadar derin, Kars'taki o gözyaşları kadar sahici ve tam da bu yüzden üzerine titrenmesi gereken ince bir çizgidir.
27 Şubat çağrısı, bu ince çizgide yürüyebildiğimiz ölçüde gerçek bir çözüm ve umut olacaktır.
Bianet
BASıNDAN