Türkçe | Kurdî    yazarlar
Adalet, Dostlar Arasında Paylaşılan Bir Ganimet Değildir

2025-12-14

Adalet, dostlar arasında paylaşılan bir ganimet değildir; milletin her ferdinin altında güvenle yaşayacağı ortak gökyüzüdür. Ve o gökyüzü çökerse, altında sadece “ötekiler” değil, ganimeti paylaşan “dostlar” da kalır.

MUSTAFA YENEROĞLU

Siyaset, toplumsal sorunları çözme sanatından çıkıp, toplumu bir “biz ve onlar” savaşına dönüştürdüğünde, savaş meydanında ilk vurulan değer her zaman adalet olur. Çünkü savaşın mantığı imha, hukukun mantığı ise ihyadır. Savaşta “kazanan her şeyi alır”, hukukta ise “herkes hakkı olanı.”

Türkiye’nin siyasal serüveninde, imparatorluktan cumhuriyete tevarüs eden ve bir türlü aşamadığımız yapısal viraj tam olarak burasıdır: Devlet yönetimini bir “hizmet nöbeti” değil bir “fetih hareketi”; kamu kaynaklarını “milletin emaneti” değil bir “savaş ganimeti”, hukuku ise herkesi eşitleyen bir terazi değil, galiplerin mağluplara lütfettiği bir “ulufe” olarak görmek.

Buradaki “fetih” ve “ganimet” kavramlarını sadece dini bir referansla okumak, Türkiye’nin kök sorununu eksik anlamak olur. Şerif Mardin’in “merkez-çevre çatışması” olarak kodladığı bu gerilimde devlet, tarihsel olarak ulaşılmaz bir kaledir. Bu yüzden çevredekiler merkeze (devlete) yürüdüklerinde orayı “hizmet edilecek bir makam” değil, “yıllardır mahrum bırakıldıkları ganimetin dağıtım merkezi” olarak görürler. Bu zihniyet, Osmanlı’dan bu yana devletin, zenginliğin ve statünün tek dağıtıcısı olduğu, servetin ticarette değil, “devlet kapısında” arandığı kadim bir geleneğin ürünüdür. Cumhuriyet’in Tek Parti döneminde de, çok partili hayata geçişte de, bugünkü iktidar yapısında da değişmeyen “öz” budur: İktidarı ele geçiren, devleti bir mülk gibi tapular ve o mülkün imkanlarını sadece “kendi mahallesine” dağıtarak meşruiyet devşirir.

Oysa adalet, muktedirlerin dostlarına ikram ettiği bir imtiyaz veya ganimet değildir.

Korku ve Kabile: 30 Saniyelik Nefret

İktidar ve güç, tarih boyunca insanlığın en çetin imtihanı olmuştur. Ancak Batı demokrasilerinde veya kurumsallaşmış toplumlarda iktidar değişimi “nöbet değişimi” gibi algılanırken, bizim gibi toplumsal güvenin dip yaptığı coğrafyalarda neden bir “varlık-yokluk” mücadelesine dönüşür? Neden gücü ele geçiren her grup (bu pozitivist bir elit, bir cemaat veya etnik bir yapı olabilir) hızla bir “ganimet paylaşımına” yönelir? Bu sorunun cevabı, basit bir “açgözlülük” veya ahlaki yozlaşma ile geçiştirilemez. Bunun temelinde derin bir sosyolojik korku ve “Siyasi Kabilecilik” refleksi yatar.

Hukuk devleti kurallarının tam işlemediği, yargının bağımsız olmadığı topraklarda “iktidardan düşmek” sadece koltuğu kaybetmek demek değildir; itibarı, mal varlığını, özgürlüğü ve hatta bazen can güvenliğini kaybetmek demektir. Bu “güvensizlik iklimi”, muktedirleri paranoyak bir savunma mekanizmasına iter. Düşündükleri şudur: “Eğer biz gidersek, ötekiler gelecek ve bizi yok edecek. O halde gitmemek için her yol mübahtır.”

İşte bu korku, devleti kurallar ve liyakat üzerinden değil şahsi sadakat ağları üzerinden yönetmeyi zorunlu kılar. Kendilerini güvende hissetmelerinin tek yolu, devletin köşe başlarına, yargısına, mülki idaresine “işi bilen liyakatli olanı” değil, sadakati tartışmasız olanı yerleştirmektir. Liyakatsizliğin ödüllendirilmesi, süreç içinde herkesi şahsiyetsizleştirir. zamanla yola birlikte çıkılanlardan kalan sadık kadrolar bile demotive olur. Artık iradesini yitiren bu eski dostların yerini, zorunlu olarak her emri sorgusuzca uygulayan ‘yeni kullanışlılar’ alır.

Tam bu noktada kullanışlılar marifetiyle hukuk araçsallaşır ve evrensel bir terazi olmaktan çıkar. O artık, kabilenin sınırlarını bekleyen bir muhafızdır. “Bizden olanı” koruyan bir kalkan, “öteki”ni terbiye eden bir kılıçtır. Hukukun bu şekilde eğilip bükülmesi, sadakatlileri dayanışmaya (asabiyete) mahkum ederken, kullanışlıları daha da iştahlandırır. Dışarıda kalanlar “potansiyel tehdit” haline gelir.

Hanno Sauer, “İyiliğin ve Kötülüğün İcadı” eserinde insanı “adaletli bir varlık” yapmak için binlerce yıl gerektiğini, ama onu bir “kabile holiganı” yapmanın sadece 30 saniye sürdüğünü anlatır. Sosyal psikolojideki “minimal grup” deneyleri gösteriyor ki, insanları yazı-tura atarak bile iki gruba ayırsanız, aralarında hiçbir geçmiş olmasa dahi, 30 saniye içinde kendi grubundakine (tanımasa bile) kaynak aktarmaya, karşı gruptakini ise cezalandırmaya başlıyor.

Tarihsel Bir Döngü: “Kutsal Mazlumluk”tan Zalimliğe

Müslümanların tarihinde ganimet düzeninin kurumsallaşması Bizans ve Sasani devlet geleneklerinin tesiriyle Emeviler ve Muaviye’nin döneminde başlamıştır. Hz. Osman’ın katledilmesi üzerine adalet talebiyle yola çıkan Muaviye’nin iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra “Ben hükümdarların ilkiyim” itirafı, devletin “kamunun malı” olmaktan çıkıp bir hanedanın veya zümrenin “özel mülküne” (ganimetine) dönüşmesinin ilanıydı. Muaviye, kabile reislerinin sadakatini, onlara valilikler ve araziler (ganimet) vererek “satın alır”dı. Hz. Ali ise kendisine; “Ey Ali, sen de devlet kasasından şunlara biraz pay ver de seslerini kes, yanına çek” diyenlere şu cevabı vermişti: “Siz benden, zaferi zulümle (haksızlıkla) kazanmamı mı istiyorsunuz? Vallahi bunu yapmam.”

İkinci halife Hz. Ömer’in tutumu da aynısıydı. Devletin sınırları genişleyip hazine dolmaya başlayınca, Hz. Ömer endişeye kapılmış ve meclisindeki dostlarına sormuştu: “Ben bir halife miyim, yoksa bir melik (Kral) miyim?” (Çünkü Halife emanetçidir, melik/kral ise mülk sahibidir.) Oradakilerden biri şu tarihi cevabı vermişti: “Eğer Müslümanların arazisinden/kazancından, haksız yere bir dirhem alır ve onu haksız bir yere harcarsan, sen halife değil, meliksin.” Hz. Ömer ve etrafındakiler biliyorlardı ki krallık/meliklik taç takmakla değil, kamu malını (bir dirhem bile olsa) ganimet gibi görüp keyfi harcamakla başlar.

Muaviye ile birlikte devlet, yöneticinin “şahsi mülkü”ne geçince, hazine de onun cebine, adalet de onun iki dudağı arasına geçmişti. Bu düzende muhalefet etmek, “farklı bir fikir beyan etmek” değil, “hükümdarın mülküne tecavüz etmek” sayılıyor ve “fitne” parantezine alınarak eziliyordu.

Muaviye’nin hazineye “Müslümanların malı” (Malü’l-Müslimin) yerine “Allah’ın Malı” (Malullah) demesi basit bir isim değişikliği değildi. Bu, “Ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim, O’nun mülkünü dilediğim gibi harcarım, kimseye de hesap vermem” demenin teolojik kılıfıydı. Sahabe Ebu Zer el-Gıfari, Muaviye’nin Bizans stiliyle Şam’da yaptırdığı ihtişamlı Yeşil Saray’ı görünce şöyle haykırmıştı: “Eğer bu sarayı halkın parasıyla (ganimetle) yaptıysan ihanettir; yok eğer kendi paranla yaptıysan israftır.”

Ebu Zer’in dikkat çektiği husus şuydu: Denetimsiz güç, “ganimet zihniyetini” besler; hesap verebilirlik ise ganimeti “emanete” dönüştürür. Bugün Türkiye’de iktidarı ele geçiren her grubun (ister sol, ister sağ/muhafazakâr) devleti ele geçirilecek bir “kale”, kadroları “paylaşılacak ulufe”, ihaleleri ise “ganimet” olarak görebilmesinin arkasında, yüzyıllardır aşılamamış bu “Saltanat/Mülk” zihniyeti de yatar. “Mülk Allah’ındır” denilir ama uygulama “Mülk, iktidarda olanındır” şeklindedir.

Cumhuriyet tarihi de ne yazık ki “mağdurun mağrura”, ezilenin ezene dönüşmesine sahne olan hazin bir kısır döngüdür. Fethi Açıkel’in literatürümüze kazandırdığı “Kutsal Mazlumluk” kavramı, bu patolojiyi anlamak için bir anahtardır. Her devrin muktediri, kendi geçmiş acılarını bugün uyguladığı hukuksuzluğun meşruiyet kaynağı ve kalkanı olarak sunar.

Tek Parti Dönemi: İmparatorluğun çöküş travmasını yaşayan kurucu elitler, “devleti kurtarmak ve bekasını sağlamak” (kutsal amaç) adına hukuku askıya almış, farklı sesleri bastırmış ve devleti belirli bir zümrenin tercihlerine göre dizayn etmiştir. O günün “ganimeti”, bürokratik imtiyazlardı.

Demokrat Parti Dönemi: “Yeter Söz Milletindir” diyerek Tek Parti’nin baskılarına karşı bir özgürlük çığlığı olarak iktidara gelenler, kısa sürede o özgürlükçü gömleği çıkarmıştır. “Vatan Cephesi” kurarak toplumu karpuz gibi ikiye bölen, kendinden olmayanı radyolarda “düşman” ilan eden, basını susturan ve Tahkikat Komisyonları kuran zihniyet, “dün biz ezildik, şimdi sıra bizde” rövanşizminin dışavurumuydu.

Bugün: Geçmişin vesayet rejiminden, başörtüsü yasaklarından ve askerî müdahalelerden haklı olarak şikayet edenler, o vesayeti yıkıp yerine başta hedef olan evrensel hukuku değil, son 10 yılda “kendi vesayetlerini” inşa etme yoluna girmişlerdir.

Bu tarihsel döngüde değişen sadece faillerdir, kurbanlar ve yöntemler hep aynı kalır. “Geçmişte biz çok acı çektik, şimdi hükmetme sırası bizde” anlayışı, devleti bir hukuk organizasyonu olmaktan çıkarıp, ganimet dağıtan bir “Himaye Düzeni”ne (patronaj) indirger. Bu psikolojide, iktidar sahipleri kendilerini hukukun üstünde, tarihsel bir misyonun taşıyıcısı olarak görürler. Onlara göre kendi dostlarına dağıttıkları makamlar ve ihaleler, “dava” uğruna çekilen çilelerin bir nevi tazminatıdır.

Ahlak ve Zihniyet Dünyasında Çöküş: Ganimet Ekonomisi

Adaletin ganimetleşmesi sadece ahlaki bir çöküş veya siyasi bir kriz değildir; aynı zamanda bir ülkenin geleceğini ipotek altına alan derin bir ekonomik iflastır. İktisat tarihçisi ve sosyolog Sabri F. Ülgener, “İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası” adlı başyapıtında tam da bu kanayan yaramıza parmak basar. Ülgener’e göre, gelişmiş bir toplumda zenginleşme ve statü kazanma yolu; uzun vadeli, rasyonel, verimliliğe dayalı “üretim, risk ve inovasyon”dan geçer. Buna karşılık, zihniyet dünyası Orta Çağ’a takılı kalmış toplumlarda zenginleşmenin yolu “av, ganimet ve iktidara yakınlık” üzerinden yürür.

Bizim “ganimet” dediğimiz şey, aynı zamanda Ülgener’in tabiriyle “sihirli bir değnekle köşeyi dönme” arzusudur. Üretmeden zenginleşme, hak etmeden makam sahibi olma, risk almadan kazanç sağlama kültürüdür. Bu zihniyette devlet, “hizmet üretilen” bir yer değil, “ele geçirilmesi ve sağılması gereken” bir hazinedir. Bir kişi veya grup devlete kapılanınca, artık piyasa kurallarına, rekabete veya liyakate ihtiyacı kalmaz; devletin gücüyle haksız kazanç (rant) devşirir. Daron Acemoğlu’nun “sömürücü kurumlar” dediği yapı ile Ülgener’in “ganimet zihniyeti” aynı kapıya çıkar.

Bir ülkede; İhaleler şeffaflıkla değil, “bizim çocuk kazansın” mantığıyla veriliyorsa;

Devlet kadrolarına girişte KPSS puanı değil, “birinin referansı” geçiyorsa

Yatırımcı, “Yarın malıma el konulur mu?” korkusuyla sermayesini yurt dışına çıkarıyorsa, orada “talan ekonomisi” hüküm sürüyor demektir. Talan ekonomisinde “güven” yoktur, sadece “kısa vadeli vur-kaç” vardır. Güvenin olmadığı yerde ise uzun vadeli yatırım olmaz. Beyin göçü dediğimiz hadise, sadece iyi eğitimli gençlerin daha iyi maaş için gitmesi değildir, gençlerin kendi ülkelerinde “adaletli bir yarış” olacağına dair inançlarını yitirmesidir. Onlar, “Ne kadar çalışırsam çalışayım, dayısı olanın önüne geçemem” dedikleri an, o ülkenin kalkınma motoru tekler, refah geriler.

Peki Çözüm Nedir?

Bize bugün lazım olan, eksik de olsa fena olmayan kanunlar veya dışarıdan bakıldığında göz kamaştıran devasa adalet sarayları değildir.

Hukuk felsefecilerinin ısrarla üzerinde durduğu hayati bir ayrım vardır: Kurumsal/şekli adalet ile hissedilen/gerçekleşen adalet. Bir ülkede anayasa kitapçığında ne yazdığından daha ziyade vatandaşın karakola, vergi dairesine veya mahkemeye düştüğünde kalbinde ne hissettiğidir. Eğer sıradan bir vatandaş, mahkeme kapısından içeri girdiğinde; “Ben haklıyım, bu devlet benim hakkımı kimseye yedirmez” diyemiyor da “Acaba içeride tanıdık birini bulabilir miyim? Karşı tarafın (siyasi) arkası kuvvetli mi?” diye endişe ediyorsa, o ülkede adalet sarayları sadece birer beton yığınıdır. Gerçeği maskeleyen adalet tabelası altında adaletsizlik dağıtılıyordur.

Adalet, “dostlara” şefkatle yaklaşan, “muhaliflere” ise kanunun en keskin yüzünü gösteren iki yüzlü bir mekanizma olamaz. Hukuk, en sevmediğimiz, fikirlerinden nefret ettiğimiz, hatta “düşman” bellediğimiz kişiye lazım olduğunda dahi tıkır tıkır işleyen bir güvence olduğu sürece hukuktur. Aksi halde o, muktedirin elindeki sopadan ibarettir.

Bugün Paylaşılan Adalet Değil, Geleceğimizdir

Devlet, ganimet paylaşanların değil adaletle hükmedenlerin omuzlarında yükselir. Ganimet mantığıyla yönetilen süreçlerin sonu hüsrandır, çünkü ganimet doğası gereği sınırlıdır ve tükenir. Bölüştükçe azalır, azaldıkça içerideki kavga büyür ve sonunda o yapı kendi kendini yer. Adalet ise paylaştıkça çoğalır, çoğaldıkça toplumsal harcı karır, güveni inşa eder ve devleti güçlendirir.

Bugün kendi “kabilesine”, kendi dostlarına, kendi mahallesine hukuk dağıttığını, devlet imkânlarını onlara tahsis ettiğini sananlar, aslında yarın kendilerini de koruyacak olan o büyük çatıyı, yani hukuk güvenliğini tahrip etmektedirler.

Türkiye’nin önündeki en büyük sınav, yüz yıldır süregelen bu “ganimet nöbeti” döngüsünü kırmaktır. İhtiyacımız olan; devleti “ele geçirilecek bir kale” olarak görmeyen, “Biz” tanımını sadece kendi partisinden, mezhebinden, cemaatinden veya ideolojisinden ibaret saymayan, liyakati sadakatin, hakkı gücün önüne koyan onurlu bir yurttaşlık bilincidir.

Unutmayalım; adalet, dostlar arasında paylaşılan bir ganimet değildir; milletin her ferdinin altında güvenle yaşayacağı ortak gökyüzüdür. Ve o gökyüzü çökerse, altında sadece “ötekiler” değil, ganimeti paylaşan “dostlar” da kalır.

Perspektif

POLITIKA