Türkçe | Kurdî    yazarlar
Arzu Yılmaz: 7 Ekim Türkiye’nin Kürtlerle Diyalog Sürecini Hızlandırdı

2025-11-17

Ortadoğu’daki son on yıllardaki gelişmeleri, Suriye, Rojava ve Türkiye’deki hızlı diplomatik ve siyasi trafiği, Kürt meselesini yakından bilen, bölgede yaşanan gelişmeler hakkındaki isabetli analizleriyle tanınan Sayın Arzu Yılmaz’a sorduk. Yazar ve akademisyen Arzu Yılmaz ile yaptığımız bu röportajın içerde ve dışarıda yaşanan gelişmelerin dinamikleri ve yönünü anlamak bakımından ufuk açıcı olacağını umuyoruz.

DENG Dergisi

7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın İsrail’e gerçekleştirdiği saldırı sonrası yaşanan gelişmelerden hareketle Ortadoğu’da yeni bir siyasi denklemin, yeni bir düzenin kuruluşundan söz edilmektedir. Siz bu görüşe katılır mısınız, eğer yeni bir düzenden söz edilecekse bu düzenin parametreleri hakkında ne dersiniz? 

Bu yeni versiyonuyla ‘ Yeni Ortadoğu’, aslında 1991 sonrası ABD’nin sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyada yeni bir düzen (New World Order) kurma iddiasının iflası üzerine inşa oluyor. Kural temelli uluslararası düzenin çöktüğü, hem ekonomik hem siyasi anlamda liberalizmin krize girdiği ve tüm bunların ötesinde ABD’nin yeni bir düzen kurma ya da dünya liderliği iddiasından vazgeçtiği bir iflas durumu…

Bu haliyle ‘yeni’ olan aslında bir ‘yeniden inşa’ iddiasından vazgeçiş. Bunu bir önceki dönem Amerikan Başkanı Biden açıkça söylemişti: ‘Bir yeniden ulus inşasıyla ilgilenmiyoruz artık, mümkün olana odaklanacağız’ demişti. İlk yurt dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapan mevcut Amerikan Başkanı Trump da tekrarladı aynı şeyleri Riyad’da yaptığı konuşmada…

Bu yönelimin ilk işaretlerini veren aslında Obama’ydı. Afganistan ve Irak’tan Amerikan güçlerini çekeceğini; ABD’nin bundan böyle ‘dışardan dengeleme’ (offshore balancing) diye tanımlanan, meselelere doğrudan ve askeri yollarla değil ve fakat taraflara mesafesini koruyan diplomatik bir güç olarak dahil olacağını ilan etmişti daha ilk döneminde…

Dolayısıyla, uzun zamandır ABD’nin Ortadoğu politikasına yön veren temel motivasyon bölgede mevcut statükonun korunması ya da Biden’ın ifadesiyle ‘mümkün olana odaklanmak’…

Yani ABD’nin artık bir ‘Ortadoğu Projesi’ yok aslında…

Arap Baharı’ diye anılan ayaklanmalara ABD’nin verdiği tepki de bu tercihlere uygun seyretmişti. Hatta bu tercihlerle çeliştiği pekala iddia edilebilecek IŞİD’e Karşı Koalisyon da günün sonunda politik sınırların korunmasını ve statükonun devamını sağladı…

ABD’nin 2017 Kürdistan referandumuna verdiği tepki de bu tercihlerin bir başka yansımasıydı…

Bu çerçevede, kaçınılmaz olarak, bölgedeki her bir ülke ölçeğinde merkezi otoriteler gücünü tahkim etti. Sonuç, otoriterleşmenin derinleşmesi ya da yayılması olsa da ABD’nin buna Demokrat Parti iktidarları döneminde dahi bir itirazı olmadı. Öyle ki, İran’da rejim değişikliği hedefi bile gündemden kalktı. Onun yerine, İran rejimiyle başlatılan müzakereler P5+1 Anlaşması ile taçlandırıldı…

Bu genel çerçevenin bugün hala büyük ölçüde geçerli olduğu söylenebilir…

Zira 7 Ekim’den sonra bölgede güç dengesinin İran aleyhine değişmesine ve İsrail’in tüm çabalarına rağmen ABD büyük ölçüde pozisyonunu hala koruyor; örneğin, İran Devrim Muhafızları lideri Süleymani’ye suikast ya da en son 12 Gün Savaşı’nda olduğu gibi nokta operasyonlar yapmaktan geri durmuyor fakat bir ‘yeniden inşa’ya girişmiyor; ‘mümkün olan’a odaklanan bir denge politikası izliyor; ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın açıklamalarına referansla bir Sykes-Picot macerasına heves etmiyor.

Ancak, ABD’nin bu pozisyonundan doğan bölgedeki güç boşluğu söz konusu dengeleme politikasının sürdürülebilmesini mümkün kılacak Amerikan müttefikleri arasında amansız bir yarışa dönüşmüş durumda…

ABD’nin bir ‘Ortadoğu Projesi’ yok ama müttefiklerinin oldukça maksimalist hedefleri var. Israil, ilan edildiği üzere ‘Büyük İsrail’i kurma; Türkiye, en kötü ihtimalle ‘Misak-ı Milli’yi canlandırma; Suudi Arabistan, Arap dünyasının tek ve mutlak lideri olma peşinde…

Öte yandan, ABD’nin hasımları Rusya ve Çin bu çelişkilerden yararlanıp hegemonya iddialarını bölge üzerinden tahkim etme çabasında…

En son tahlilde, bölgede yeni bir düzeni inşa edecek temel parametre de bu post-Amerika Ortadoğu’da süren güç mücadelesidir denilebilir.

Ortadoğu’da kurulması öngörülen yeni düzende Türkiye’ye biçilen bir misyon var mı, varsa nedir bu misyonun içeriği ya da Türkiye söz konusu yeni düzenin neresindedir?

Dediğim gibi ben ‘kurulması öngörülen yeni bir düzen’ olduğunu düşünmüyorum. Yani, eğer referansınız ABD ise, bana göre, ABD’nin böyle bir planı, projesi yok. Dolayısıyla, Türkiye’ye biçilmiş bir ‘misyon’ da yok. Eskiden vardı. Clinton, Bush, Obama’nın ilk dönemi de dahil böyle bir ‘misyon’dan bahsedebiliriz; ama artık yok.

Projesi olan bölgesel güçler. Bu projelerini gerçekleştirme kapasitelerini belirleyen de aslında ABD değil, sahip oldukları askeri ve siyasi güç. Zaten uluslararası hukuk, normlar, meşruiyet gibi kıstaslar ortadan kalktı. Gücün varsa, yapabiliyorsan, yaparsın…

Bu çerçevede, benim anladığım, her şeyden önce ABD ‘Bana güvenerek iş yapmaya kalkışma’ diyor, ki İsrail-İran savaşında bunu açıkça gördük; iki, ‘İşini yaparken benim müttefikimle doğrudan bir çatışmaya girmekten kaçın’ diyor…

Bırakın Türkiye’ye bir ‘misyon’ biçilmesini, aslında Biden yönetimi Türkiye’yi bölgede büyük ölçüde dışlamıştı. Bu dışlanma, Trump döneminde sona erdi. Bunda Trump-Erdoğan arasındaki kişisel ilişkilerin etkisi olduğu kadar, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası hem Amerikan müesses nizamının hem Avrupa’nın içine düştüğü güvenlik endişelerinin de payı var. Fakat buna rağmen biz mesela hala CAATSA yaptırımlarının kalktığını göremiyoruz. Bırakın onu, Trump hala ‘dostu’ Erdoğan’a Beyaz Saray’da bir randevu bile vermedi. Onun yerine kalktı Suudi Arabistan Kralı’nın ayağına gitti…

Bu bağlamda, mevcut ABD yönetiminin Ortadoğu’da olsa olsa Suudi Arabistan’dan bir beklentisi olduğu söylenebilir; o da, İsrail’i tanıması. Yani, İbrahim Anlaşmaları’na imza atarak ABD’nin ilk Trump döneminde başlattığı ‘Normalleşme’ girişimlerine dahil olması. Bu beklentinin bile keskin kırmızı çizgileri olmadığı açık. Zira Gaza’de yaşananlar nedeniyle, bir bakıma, ABD anlayış gösterdi ve nihayetinde ABD-Suudi Arabistan arasında tarihin en büyük askeri anlaşmasını yapmaktan geri durmadı…

Son tahlilde, Türkiye Trump sayesinde uzun zamandır çeperinde kaldığı Ortadoğu’daki gelişmelere yeniden müdahil olma fırsatını yakaladı. Bu fırsatı da hemen Suriye’de kullandı ve artık faş olduğu haliyle İngilizlerle uzun süredir yaptığı hazırlıklar yardımıyla Esad rejimini düşürüp yerine desteklediği cihatçıları geçirdi. Dolayısıyla, ABD’ye herhangi bir maliyet doğurmadan ve üstelik ABD çıkarlarına da hizmet edecek bir sonuç aldığı ölçüde de Trump’tan hem bir ‘aferin’ hem de destek aldı. Fakat yukarıda sözünü ettiğim ABD müttefikleriyle doğrudan bir çatışmaya girişmeden bu güç mücadelesinde kalabilecek mi Türkiye? Böyle bir çatışmanın kaçınılmaz hale geldiği aşamada Trump ne yapar? Bu soruların yanıtları belli değil…

Geçen yıl ekim ayında Bahçeli’nin mecliste DEM’lilerin elini sıkmasıyla başlayan, 11 Temmuz’da 30 PKK’linin silah yakması ve TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun kurulmasıyla devam eden sürecin Ortadoğu’daki son gelişmelerle bağlantılı olduğu yönünde yaygın bir görüş var. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Türkiye’de devleti son süreci başlatamaya iten faktörler hakkında görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Kesinlikle katılıyorum. En başından beri zaten bunu savundum. İç faktörleri tümüyle dışlamamakla birlikte asıl belirleyici olan bana göre bölgesel faktörlerdi, ki bu hala böyle…

Ve yukarıda dediğim gibi, Türkiye Arap Baharı sonrası izlediği maksimalist ve militarist dış politika sonucu Ortadoğu’dan tamamen dışlandı. Hem bölge ülkeleriyle hem ABD ile ilişkileri bozuldu. Ancak, Rusya ve İran’la işbirliği üzerinden tutunabildi bölgede. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrasında bu durumdan kurtulmanın fırsatı doğduğunda ise ilişkileri düzeltme yoluna girdi. Kaldı ki, bugün açığa çıkan Kürtlerle diyaloğun tam da o süreçte başladığını artık biliyoruz. Ve nihayetinde, 7 Ekim Ortadoğu’da işleyen takvimi hızlandırınca biz de Türkiye’nin Kürtlerle diyaloğu hızlandırdığını gördük. Zira ABD’nin yarattığı güç boşluğuna bir de İran’ın bölgedeki gücünün geriletilmesi eklendi. Bu da en başta Suriye ve Irak sahasında Kürtlerin daha da güçlenmesi anlamına geliyordu. Üstelik, Kürtlerin İran’dan kalan boşluğu doldurması muhtemel İsrail ve Körfez’le ilişkilerini geliştirmesi imkanını doğacaktı…

Kaldı ki, bu ihtimallerin tümüyle ortadan kalktığı da söylenemez bugün…

Türkiye’de iktidarın “Terörsüz Türkiye” olarak tanımladığı PKK’yi silahsızlandırma sürecinin Kürt sorununun kalıcı çözümü bakımından limitleri ve geleceği hakkında görüşünüz?

Her şeyden önce bu sürecin öncelikli hedefinin Türkiye’de Kürt sorununa çözüm olduğunu düşünmüyorum. O yüzden de başından beri süreci Kürt-Türk ittifakı diye adlandırmayı tercih ettim. Zira her iki tarafın temel motivasyonu bölgedeki değişim sürecinde ittifaklar yoluyla pozisyonunu güçlendirmek ve bu geçiş sürecinden en az zararla hatta mümkünse bazı politik hedeflerini gerçekleştirerek çıkmak. Bir kez bu işbirliği sağlandığında ve de sonuç verdiğinde biz bir Kürt-Türk barışından söz edebiliriz diye düşünüyorum.

Öte yandan, yukarıda vurguladığım gibi bölgesel bir güç mücadelesinin tam ortasındayız. Ve Kürt-Türk ittifakı bu mücadelede dengeyi diğer taraflar aleyhine değiştirecek bir potansiyele sahip. Sadece İsrail’in değil, Körfez ülkelerinin de bu gelişmeye seyirci kalması beklenemez. Bu arada, İran’ın da gücü zayıflamış olsa bile denklemden tamamen düştüğünü iddia edebilecek durumda değiliz, ki Irak sahasında ipleri elinden bırakmama konusunda hala direniyor…

Hem Türkiye’nin hem Kürtlerin son derece hassas bir dengede bu süreci yürütmesi gerektiği aşikar…

Bana kalırsa, Kürt tarafı yaptığı stratejik tercih doğrultusunda son derece şaşırtıcı adımlar atarak üstüne düşeni bugüne kadar yaptı. Fakat Türkiye henüz Kürtlere güven veren bir tutum almaktan hala çok uzak…

Örneğin, Rojava-Şam arasındaki müzakerelerde aldığı tutum en hafif deyimiyle yapıcı olmaktan uzak…

Sanırım burda temel çelişki şu: Kürtler bu ittifaka eşitlik, Türkiye is ‘hamilik’ dengesi üzerinden yaklaşıyor. Bu hem içerde, hem bölgede Kürt-Türk barışının da kilidi aslında…

Ve benim anladığım, birçok başka parametre ve dinamik bir yana, Kürt-Türk ilişkilerinin geleceğini belirleyecek olan da bu kilidin açılması olacak…

7 Ekim sonrası gelişmelerin en çok hissedildiği ve sonuçlar doğurduğu ülkelerin başında Suriye geliyor. Bu bağlamda sormak istediğimiz soru şu; Esad rejiminin yıkılmasından sonra HTŞ gibi El Kaide kökenli bir cihadist örgütün Şam’ı ele geçirmesine izin verilmesini neye yorumluyorsunuz, ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin HTŞ’ye ilişkin hesapları hakkındaki değerlendirmeniz?.. 

Aslında çok da şaşılacak bir durum değil. Zira Afganistan’da da Taliban’a bırakıp çıktı ABD…

Ya da yıllardır Suudi Arabistan gibi bir devlet ile müttefik Batı…

Burada temel kriterin zaten demokrasi olmadığını düşündürecek onlarca örnek sayabiliriz…

Mesele Suriye’de sorunsuz işbirliği yapılabilecek bir yönetimin iş başına gelmesi ve İran’ın etkisinin ortadan kaldırılmasıydı. O da başarıldı. Gerisi Batı’nın gözünde teferruattan ibaret…

Düşünün, İsrail’i tanıyan, İran’ı ‘ortak tehdit’ sayan, Doğu Akdeniz güvenliği ve yeni enerji koridorlarının açılmasında ne denilirse kabul eden bir Suriye bundan bir yıl önce mümkün müydü? Şimdi mümkün…

Üstelik, siyasal islamın bir de cihatçı versiyonun, deyim yerindeyse, madara edilerek kitleler nezdinde gözden düşürülmesi…

Daha ne olsun demek geliyor insanın içinden…

Kürt kamuoyunda tartışılan ve merak edilen konulardan birisi ABD’nin Suriye Kürtlerine ilişkin politikası… ABD’nin Suriye Kürtlerine ilişkin net bir politikasından söz edilebilir mi? Benzer şekilde ABD’nin Suriye Kürtleriyle mevcut ilişkilerinin mahiyeti hakkında ne dersiniz? Son dönemde ABD Ankara Büyük Elçisi ve Suriye Temsilcisi Tom Barrack’ın tepki alan açıklamalarını da dikkate alarak…

Ben öteden beri ABD’nin bir Kürt politikası olmadığını iddia eden tarafta oldum. ABD’nin bir Irak politikası vardır, Irak Kürtleriyle ilişkilerini de bu temel politika belirleye gelmiştir. Aynı şekilde Türkiye’de de Kürtleri Ankara perspektifinden görür. İran’da rejimi tehdit gördüğü durumda bile ABD’nin bir İranlı Kürtler politikasından söz edilemez.

Bu bağlamda, Gareth Stansfield’ın bir tespitini paylaşmak isterim: ‘Batılılar Kürt sorununu bir öncelik olamayacak kadar küçük, çözülemeyecek kadar büyük görürler’…

Suriye’de ise Kürtlerle ilişkiler belli bir Kürt politikasının sonucu değildi zaten. IŞİD’le mücadelede en başta Türkiye olmak üzere müttefiklerinden beklediği desteği, eğitip-donattığı Suriyeli muhalif gruplardan umduğu performansı göremeyen ABD’nin, IŞİD’in yarattığı dehşetin aciliyetine mukabil Kürt savaşçıların ortaya koyduğu direnç ve başarı karşısında ‘en düşük maliyete ve en etkili işbirliği’ seçeneğe yönelmesi sonucu ortaya çıktı Kürtlerle işbirliği. Bu konuda, dönemin ABD IŞİD Özel Temsilcisi Bret Mc Gurk’un New York Times ve Foreign Affairs dergisine yazdığı yazılar açık kaynak niteliğindedir…

Ve bu işbirliği tutarlı bir biçimde askeri ilişkilerle sınırlı kaldı. Hiçbir zaman ne Beyaz Saray ne ABD Dışişleri siyasi angajman içerecek bir ilişki geliştirmedi…

Fakat bu çerçevede, ABD Savunma Bakanlığı’nın ve de CENTCOM’un askeri işbirliği ötesinde anlamlar taşıyabilecek nitelikte Suriye’de Kürtlerle ilişki geliştirdiğini de teslim etmek gerekir. Zira Pentagon, ABD’nin yalnızca Suriye sahasında değil, genel olarak Ortadoğu politikasında her zaman Beyaz Saray ya da ABD Dışişleri’yle aynı sayfada buluşmadığını biliyoruz. Bu durumun faş olduğu en tipik örnek de 2019’da Trump’ın Türkiye’ye Fırat’ın doğusuna girme izni vermesi ertesinde yaşandı…

Trump’ın bu ikinci döneminde söz konusu ABD içi güç mücadelesinin daha da derinleştiği malum. İran-İsrail 12 Gün savaşı bu mücadelenin niteliği konusunda önemli bir göstergeydi…

Nihayetinde, Suriye sahasında da ABD Ortadoğu Temsilcisi Witkoff ve Suriye Özel Temsilcisi Barrack’ın işbaşına gelmesiyle Pentagon’un etkisi azaldı; zaten birçok askeri üs kapatılmıştı. Bir bakıma ‘Başkan’ın Adamları’ Suriye dosyasına el koydu…

Ve bugün Suriye’de federal bir çözüm konusunda referans verilen gerek Rojava yönetimi ve Şam Geçici Hükümeti arasında imzalanan 10 Mart mutabakatı gerek Kamışlı’da düzenlenen Kürt Konferansı büyük ölçüde CENTCOM himayesinde kotarılmıştı. Zaten ABD askeri müesses nizamının ve bir çok Amerikan Kongre üyesinin de federasyonu desteklediği biliniyordu…

Fakat Barrack çıktı ve bir anda ‘federasyon yok’ dedi. ‘Tek bayrak, tek ordu, tek devlet’ diyerek bir bakıma Türkiye’nin tezini tekrarladı…

Aslında bu çıkış ve kurumlar arası çelişkili açıklamalar/ tutumlar bile tek başına ABD’nin bir Kürt politikası olmadığını yeterince gösteriyor bana kalırsa…

Fakat bunun da ötesinde, ABD’nin Suriye’de Türkiye’nin Kürt politikasına uyumlandığını görüyoruz, ki bu da bir politika yokluğunun bir başka kanıtı…

ABD yarın çıkıp federasyonu savunabilir de…

Doğrusu, ben buna şaşırmam.

Günün sonunda Suriye’de Kürtlerin geleceğini tayin edecek olan ABD değil, bölgedeki güç mücadelesinde galip gelen taraf olacaktır. Suriye’de Kürtlerin Türkiye’deki sürece mesafeli duruşu da bana kalırsa bu gerçeği öngören bir stratejik akla dayanıyor

Son dönemde SDG ile HTŞ arasındaki görüşme trafiğinin zora girdiği yönünde gelişmeler yaşanıyor. Daha önce Suriye’deki tarafları Paris’te buluşturmayı amaçlayan 9 Temmuz görüşmesinin iptali ardından, 8 Ağustos Haseke Ortak Tutum Konferansı’nı gerekçe göstererek Geçici Şam Yönetimi Paris’te yapılması planlanan görüşmelere katılmayacağını ilan etti. Öte yandan Türkiye SDG’yi HTŞ ile anlaşıp Şam’a entegre olması yönündeki baskının dozunu artırıyor. Siz söz konusu gidişatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin Suriye’de eli halihazırda güçlü ve Şam’daki Geçici Hükümet üzerinde de gerçekten etkisi büyük. Bu ortamda Suriye’de Kürtlerin siyasi bir statü kazanmasının önüne geçmek için elinden geleni yapıyor. Kürtlerin Suriye’de siyasi bir statü kazanmasını bir tehdit olarak görüyor, ki bu diğer yandan ağır aksak yürüttüğü sürecin ruhuyla da çelişen bir durum.

Fakat iddia edildiği gibi bu gerginliğin bir askeri operasyona varacağını düşünmüyorum. Şu an Suriye’de yeni bir savaşın başlamasını kimse istemez. Türkiye de arkasına aldığı rüzgarın bir savaş halinde birden tersine dönebileceğini hesaplıyordur sanıyorum. Üstelik böyle bir saldırı süreci de riske atar…

Sonuçta, Türkiye’nin sürece rağmen Kürtler konusunda Suriye’de ‘kolaylaştırıcı’ bir rol oynamayacağı belli oldu. Bu pozisyonunun rasyonalitesi bana göre: zaman kazanmak, geri dönüşü olmayan siyasi angajmanların önüne geçmek ve bu arada birçok değişkene bağlı Suriye sahasındaki gelişmeleri takip ederek pozisyonunu yeniden belirlemek…

Deng, sayı:137



POLITIKA