Türkçe | Kurdî    yazarlar
Terörsüz Türkiye Projesi ve Kürt Meselesinde Yeni Evre

2025-07-14

DSG, Öcalan ve Bölgesel Dinamikler Üzerine Bir Değerlendirme

Mehmet Ölçer

Türkiye, Kürt meselesi ve özelde Suriye Kürdistanı eksenindeki gelişmeler, Ortadoğu denkleminde yeniden belirleyici hâle gelmiş durumda. Özellikle ABD’nin Suriye temsilcisi ve aynı zamanda Türkiye Büyükelçisi olan Thomas Barack’ın girişimleriyle Demokratik Suriye Güçleri (DSG) ile Suriye merkezî hükümeti arasında gerçekleştirilen son temaslar, dikkat çekici sonuçlara gebe olabilir. ABD'nin bu süreçteki temel tutumu, DSG’nin herhangi bir özerklik ya da statü talebinden feragat ederek Şam rejimine "şartsız" katılımını sağlamak yönünde şekillenmektedir. Bu tutum, doğrudan Türkiye’nin talepleriyle örtüşmektedir.

Türkiye uzun süredir, Suriye’nin kuzeyinde herhangi bir Kürt statüsünü kendi ulusal güvenliğine tehdit olarak algılamaktadır. Bu bağlamda PYD-YPG/SDG çizgisine yönelik hem diplomatik hem askeri baskılar artarak sürdürülmektedir. Türkiye’nin bu baskılarının karşılık bulduğu yeni gelişmeler ışığında, DSG heyetinin Şam ile uzlaşması için yürütülen girişimlerin ivme kazandığı görülmektedir.

Bu çerçevede dikkat çeken bir başka gelişme, PKK’nin 12. Kongre kararı doğrultusunda silah bırakma yönünde sembolik bir adım oldu.  Dünya kamuoyuna gösterilecek şekilde bir “silah bırakma ve silahlarin yakılması  töreni” organize edildi. Bu da Türkiye'nin kamooyuna karşı Hükumetin elini güçlendirme stratejisine hizmet etmektedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı son açıklamalardan onemli bir konu da,  devletin bu süreci “terör sorununun çözümü” olarak tanımladığını ve bu sürecin tamamlanması hâlinde “Terörsüz Türkiye” hedefinin gerçekleşmiş olacağını göstermektedir. Erdoğan, Türkiye’de yalnızca bir "terör sorunu" bulunduğunu ve bu sorunun da PKK’nin silahsızlanmasıyla sona ereceğini vurgulamıştır.

Devletin ortaya koyduğu çerçeveye göre:

PKK ve onun ideolojik etkisi altındaki tüm silahlı yapılar (İran’da PJAK, Suriye’de PYD ve onun silahlı kanadı olan SDG) silah bırakmalı,

Öcalan ise, bu grupların tümünü silahsızlandırmaya ikna ederek mevcut sisteme bireyler olarak katılmalarını sağlamalıdır.

Bunun karşılığında devlet:

TBMM çatısı altında bir anayasa komisyonu kurarak yeni yasal düzenlemeler yapacak,

Silahsızlanan PKK bireylerinin topluma yeniden kazandırılması için af ve yeniden yargılama yolları açılacak,

Halen cezaevinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin “yeniden yargılanma” ve “beraat” imkânına kavuşmaları sağlanacaktır.

Bu perspektif, “Kürt sorunu” ifadesini ret eden devlet söylemini, yalnızca “terörle mücadele” çerçevesinde yeniden tanımlamakta ve olası bir çözüm sürecini de bu sınırlarda şekillendirmektedir. Kürtlerin kolektif hak talepleri (kültürel, siyasi ya da yerel özerklik bağlamında) görmezden gelinmekte; bu tür talepler, Türkiye için doğrudan bir güvenlik tehdidi olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşım, sadece Türkiye içinde değil, Suriye Kürtlerinin geleceği açısından da belirleyici olmaktadır.

Ortaya çıkan bu yeni denklemin başlıca stratejik amacı şudur:

Kürt meselesini, etnik, tarihsel veya siyasal bir sorun olarak değil; yalnızca bir “terör meselesi” olarak sınırlandırmak,

PKK ve onun ideolojik hattındaki tüm yapıları silahsızlandırarak statü talebi olmayan birey-toplum düzeyine çekmek,

Böylece hem içeride hem dışarıda “barışçıl çözüm” algısı yaratmak ancak statüsüz bir çözümle Kürt taleplerini sistem içinde eritebilmek.

Sonuç:

Bu gelişmeler, "çözüm" kelimesinin yeniden gündeme taşındığı, ancak bu kez daha sınırlı, tek taraflı ve statüsüz bir çözüm modelinin inşa edilmeye çalışıldığı bir evreye işaret etmektedir. Devletin bu modeldeki kırmızı çizgileri; Kürtlere yönelik kolektif hakları dışlaması, Rojava'da herhangi bir özerk yapıyı kabul etmemesi ve bütün silahlı yapıları tasfiye etmeye odaklanmasıdır.

Abdullah Öcalan’ın bu süreçteki pozisyonu, Sadece Türkiye içini değil; İran ve Suriye Kürtlerini de kapsayan geniş bir çerçeveye yayılmak istenmektedir.

“Terörsüz Türkiye” hedefi, bir devlet projesi olarak bu süreci tanımlamaktadır. Ancak bu projede yer alacak Kürt aktörlerinin statüsüzleştirilmesi, Kürt kamuoyunda ciddi bir meşruiyet krizi doğurabilir. Nitekim bu durum, çözümden ziyade bir entegrasyon ve tasfiye projesi olarak da yorumlanmaktadır. Kürtlerin bu sürece vereceği tepki, önümüzdeki dönemin en belirleyici siyasi faktörlerinden biri olacaktır.

Bu yaklaşım, sadece Türkiye içinde değil, Suriye Kürtlerinin geleceği açısından da belirleyici olmaktadır.

Ancak Suriye’deki gelişmeler, bu planın sahadaki gerçeklikle çeliştiğini ortaya koymaktadır. Suriye merkezî hükümeti ile Demokratik Suriye Güçleri (SDG) arasında gerçekleşen görüşmelerin ardından, hem SDG hem de diğer muhalif Kürt örgütleri ortak açıklamalarda bulunarak, rejimin dayattığı "tek ulus, tek ordu, tek millet" anlayışını ve Kürtlerin yalnızca birey olarak entegrasyonunu reddettiklerini duyurmuşlardır. ABD Büyükelçisinin, Türkiye'nin baskısıyla bu çerçevede yönlendirmelerde bulunduğu yönündeki iddialar da açıklamalarda eleştirilmiştir. Kürt tarafı, bu yaklaşımın kendi halklarının tarihsel, kültürel ve siyasi varlığına açık bir tehdit oluşturduğunu ve böyle bir çözüm modelinin kabul edilemez olduğunu belirtmiştir. Bu çıkış, sadece Türkiye’nin değil, Suriye rejiminin de Kürt halkına kolektif bir kimlik tanımaktan imtina ettiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Özetle, sahadaki Kürt aktörler, sadece silahsızlanmakla kalmayıp aynı zamanda tarihsel haklarından da vazgeçmeleri istenen bir “tasfiye süreci”ni reddettiklerini net bir biçimde ortaya koymuşlardır.

Sürecin sadece güvenlik boyutuyla sınırlı olmadığı, aynı zamanda iç siyasete dönük bir “yeni ittifak mimarisi” amacı taşıdığı da görülmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başka bir önemli açıklaması da bu sürecin AKP, MHP ve DEM Parti işbirliğiyle yürütüldüğünü belirtmiş ve anayasal düzenlemelerin de bu üç partinin öncülüğünde sürdürüleceğini vurgulamıştır. Bu açıklama, kamuoyunda iki yönlü bir etki yaratmıştır: Birincisi, Erdoğan’a yeniden Cumhurbaşkanlığı adaylığı yolunun açılması için anayasa değişikliği planlandığı; ikincisi ise, DEM Parti’nin bu sürece destek vererek ilerleyen seçimlerde Erdoğan’a dolaylı ya da doğrudan destek sunabileceği yönündeki yorumlardır. Dolayısıyla, Kürt meselesi etrafında şekillenen bu strateji, aynı zamanda seçim mühendisliğinin bir parçası olarak da okunmaktadır.

Kürt meselesinin uzun vadeli ve kalıcı çözümü için, kolektif hakları dışlayan değil; halkların tarihsel varlığını tanıyan, adil, demokratik ve çoğulcu bir siyasal çerçeveye ihtiyaç vardır. Aksi takdirde statüsüz “çözümler”, yeni krizlerin başlangıcı olmaya devam edecektir.

POLITIKA