7/22/2024 6:20:15 PM
Sıcak havalarda başka alternatifi olmadığı için Caddebostan Plajı’nı dolduranlar yine bomboş olsa bile denizi pis diye o plaja gitmeyeceklerin gözüne battı. Kalabalıktan şikayet edenlere, plajın tarih boyu hep tıklım tıklım olduğunu gösteren fotoğraflar hatırlatılınca ama kalabalığın “pis Suriyeli, Afganlılardan oluştuğu” tezine geçildi. Halbuki 2005 yılında Mine Kırıkkanat o meşhur yazısında yine Caddebostan Plajı’ndaki kalabalığı aşağılamıştı. O zaman kalabalık Suriyeli değil, “İslamistan varoşlarından denize inen kısa bacaklı Ümraniyelilerdi.”
İstanbul’da havalar sıcak, tatil yerleri yabancı turistleri bile kaçıracak kadar pahalı, zaten tatile memurlar ve zenginler dışında herkesin vakti de yok.
Serinlemek isteyenler İstanbul’daki havuzlara ve plajlara gidiyor.
İstanbul’da Adalar ve Karadeniz kıyıları dışında Boğaz hattında ve Marmara kıyılarına plaja gitmek herkesin göze alamayacağı bir cesaret.
Kolibasili kavramını İstanbullular iyi bilir.
Bilmeyenler ve başka bir alternatifi olmayanlar geçen hafta sonu da bulduğu plajdan denize girdi.
Onlardan biri de İBB’nin işlettiği Caddebostan Plajı’ydı.
Denize girecek her zaman daha iyi alternatifleri olan Caddebostanlıların herhalde en son 1980’li yıllarda gittiği plaj, her zaman sınıfsal çelişkilerin mekanı olageldi.
Zengin mahallesindeki, ucuz plajda serinlemeye ve eğlenmeye çalışanlar TikTok’a, Instagram’a videolar attı.
Sonra o videolar Twitter’da “İstanbul ne hale geldi” elitizmine, “Suriyeliler bastı plajları” ırkçılığına, ünlü bir mekan işletmecisi- gazetecinin “Burası çocukluğumun geçtiği Caddebostan Sahili olamaz” nostaljisine meze oldu.
Bu kez çoğu sınıfsal epey de tepki aldılar.
Caddebostan Plajı’nın hep kendi çocukluğundaki gibi kalamayacağı hatırlatıldı, o plaja bugün asla erinip gitmeyecek birinin başkalarının birkaç saatlik serinliğine göz koyması haklı olarak yerildi, İstanbul’un plajların 50’lerde, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde de epey kalabalık olduğunu gösteren fotoğraflarla bunun bizzat çocukluğuna duyulan bir özlemden ibaret bir hafıza yanılgısı olduğu gösterildi.
Bu tepkilere karşı çıkanlar bu kez plajlardakilerin Suriyeliler ve Afganlar olduğunu söylemeye başladı. Tabii bir sürü içinde “sapık, pis, iğrenç” geçen cümle ve “Sen aileni buradan denize sokar mıydın” sorusuyla birlikte.
Sanki boş olsa Caddebostan’dan ya da Menekşe Plajı’ndan denize gireceklermiş gibi…
Aslında “İstanbul’u basan ilkel kalabalıklar” teması surlarla dışarıya kapalı, içeriye kapılardan girilen İstanbul’un kültürünün de bir parçası sayılır.
Doğan Gürpınar, Nostalji Cumhuriyeti kitabında çok iyi bir noktayı yakalamıştı.
Bugün İstanbul nostaljisi diye Google’ladığınızda ilk karşınıza çıkan Ara Güler’in siyah beyaz eski İstanbul fotoğrafları olur.
Bozulmamış eski İstanbul nostaljisi olarak sergileniyor, kitapları basılıyor, sosyal medyada dolaşıyor hatta pek çok evin, kafenin, işyerinin duvarlarını süslüyor o fotoğraflar.
Peki, o fotoğraflar acaba nostalji olsunlar diye mi çekilmişti?
O fotoğrafların önemli bir kısmını Ara Güler, 1959 yılında Hayat Mecmuası’nda çalışırken gazeteci Orhan Tahsin ile birlikte hazırladıkları bir yazı dizisi için çekmişti.
Yazı dizisinin konusu İstanbul’un yeni ve yerlilerine epey yabancı semti Taşlıtarla’ydı.
Taşlıtarla ya da bugünkü adıyla Gaziosmanpaşa, 1950’lerde Bulgaristan’ın asimilasyon politikalarından kaçan Bulgar ve Pomak Türkleri için inşa edilmiş iki binden fazla evle kurulmuş bir muhacir semtiydi.
Sonra yurtışından ve yurtiçinden göçenlerin yaptıkları gecekondularla 1950’lerin sonunda İstanbul’un hemen kenarında 100 bin nüfuslu bir dev bir şehir ortaya çıkmıştı.
İstanbul’un kenarında çünkü o yıllarda oralar pek de İstanbul sayılmıyordu.
İstanbullular için surun sadece beş kilometre ilerisinde kurulan bu yeni şehir tekinsiz ve oradaki insanlar yabancıydı.
Orhan Kemal, Taşlıtarla’yı Teksas’a benzetmişti.
İşte Orhan Tahsin ve Ara Güler, İstanbul surlarının sadece beş kilometre ilerisinden kurulan bu yeni şehre sızdılar.
Tam olarak sızdılar çünkü kendilerini Kastamonu’dan gelmiş iki bekar olarak tanıttılar.
Bir oda tuttular, 45 gün boyunca Taşlıtarla’da yaşayıp haberini yaptılar, Ara Güler de o meşhur fotoğraflarını çekti.
Neredeyse bir ilkel Afrika kabilesi keşfine benziyordu bu macera.
Hayat Mecmuası’nda bol fotoğraflı yazı dizisi büyük ilgi çekmişti.
Tam 10 yıl sonra Ara Güler bu kez Akşam Gazetesi’nden Çetin Altan ile birlikte yeniden İstanbul’un bu yeni, yoksul, tekinsiz mahallelerini keşfe çıktı, meşhur fotoğraflarını çekti ve “Al İşte İstanbul” başlıklı bir başka İstanbul içi keşif yazı dizisi ortaya çıktı.
Yazı dizileri büyük ilgi görüyordu çünkü 1950’ler ve 60’larda bütün İstanbullular birinci gündemi ülke içinden ve dışından şehre göçle gelen köylülerdi. Gazeteciler de bu yeni gelenleri yerli İstanbullulara tanıtıyorlardı.
1960 yılında Yaşar Kemal, Cumhuriyet’te “Neden Geliyorlar” başlıklı yazı dizisinde hem göç edenlerle hem de yerli İstanbullularla konuşmuştu:
“Unkapanı, Dolapdere, Feriköyün arkası, alanlar alanlar, gurbetçi dolu hanlar. Sokaklar, caddeler. Sarışın, esmer gün görmüş. Anadolu adamları… Bir lokma ekmek için… Kahvelerin, hanların, yatakhanelerin kurşun gibi değen, çarpan kokulu ağır havası.. Veremler, hastalıklar. Onulmaz yaramız.”
Çetin Altan, Yaşar Kemal, Ara Güler sol eğilimli oldukları için yeni gelen köylüleri anlamaya çalışan ve onlara acıyan bir dille yazıyorlardı ama onlar azınlıktı, kalabalıkların hissiyatını bir “İstanbullu” Yaşar Kemal’e şöyle anlatmıştı:
“Beyoğlu bir zarafet meşheriydi. Bu dil bilmez köylüler geldiler. Yürümesini bile bilmiyorlar. Kaya parçası gibi yürüyorlar efendim. Pislik içindeler. İstanbul pislik içinde bu sebepten. Bir otobüse binemezsin. İkisi bindi miydi otobüse bunlardan, kokudan burnunu tıka da kaç ordan. Bunlar geldi, her gün elli cinayet işleniyor. Her gün yüz ev soyuluyor. Bozdular İstanbulu. Tarlaları var, takımları, evleri yurtları var, her şeyleri var efendim bunların. Ama koparlar koparlar gelirler. Bırakırlar bırakırlar gelirler. İstanbulun taşı toprağı altın der gelirler. Çoğu da burada sürünürler ya, gitmezler geri. İstanbul gözlerini kamaştırmıştır, keyif için gelirler.”
Köylüler yerine Suriyeliler yazsanız bu geçen hafta yapılmış bir röportaj bile olabilirdi.
Caddebostan Plajı üzerine bundan 19 yıl önce yazılmış o meşhur yazı da…
2005 yılı.
Henüz Türkiye ile Suriye kardeş, Türkiye’ye gelen son Arap turistler de 80’lerde hacı fış fış ırkçılığıyla geldiklerine pişman edilmiş.
Ve yıllar sonra yeniden açılan Caddebostan Plajı yine çok kalabalık.
Ve Mine Kırıkkanat o meşhur yazısında yeni açılan Caddebostan Plajı’ndaki kalabalıktan şikayet etmişti.
Ama bu kez aşağılanan Suriyeliler değildi, Ümraniyelilerdi, varoşlardı:
“Son beş yılda 4.5 milyon artıp, 3 milyonu İstanbul’a akan nüfusun güruhu çimde etleniyor pazar günleri. Tabii ki onların da eğlenmeye, dinlenmeye hakları var. Ama burada mı, böyle mi ? Halkımıza hizmet yarışındaki belediye, İstanbul’un Anadolu yakasında, Şaşkınbakkal’dan Fenerbahçe’ye uzanan bir kumsal şeridi yarattı bu yıl. Maksat, Caddebostan’ın nostaljik plaj kültürünü canlandırmak, hatta yayıp uzatmak. Sonuç gerçekten güzel oldu : Yeşil alanından kumsalına, şezlonglarından şemsiyelerine Cote d’Azur’u andıran bir düzenleme yapıldı. Zaten sonuç güzel olduğu için başarısı paylaşılamıyor, Kadıköy Belediyesi ben yaptım diyor, İstanbul Büyük Şehir hayır, ben yaptım. Her neyse, açılışı Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, mankenler eşliğinde denize girerek yaptı. Ne var ki 1930’ların Caddebostan plajı modernitesini akla getiren açılıştan yalnızca bir gün sonra, 2005’in realitesi teslim aldı kumsalı, yeşil alanı ve sunulan tüm hizmetleri : Ümraniye plaja indi. Bırakın mayoyla denize girmek, sahilde laf atılmadan yürümek imkânsızlaştı. Tesettür anaları kumsalda mangal yeller, babaları don paça yatarken, irili ufaklı danaları da pamukludan dalgıç tulumlarıyla suda cıp cıp yapıyorlardı. Açılışın ertesi günü konulan mangal yasağı bir işe yaramadı, yalnızca iki gün sonra oturulsun diye halkımızın hizmetine sunulan tahta banklar, parçalanıp yakılmış, daha doğrusu mangala odun yapılmıştı. Şimdi bu sahillerde sabah yürüyüşleri yapan ‘creme de la creme’ Kadıköylüler, İslamistan varoşlarının işgal ettiği denizlerine ve kumsallarına bakıyor, lanet yağdırıyorlar halkımıza 1 milyon karşılığında plaj hizmeti sunan belediyelere…Gecekondular denize inmez, eşkiya sizin yolunuzu DA kesmez mi sandınız?”
Hayır, halk plajları doldurduğu için vatandaş denize giremiyor değil artık.
Halk, vatandaşların yaşadığı zengin semtlerindeki, o vatandaşların artık girmedikleri plajlardan pek de temiz olmayan denizlere giriyor, vatandaşlar ise artık girmedikleri plajlardan halkın deniz girmesinden rahatsız oluyor.
19 yıl önce adı Ümraniyeliler, varoşlar oluyor bugün Suriyeliler, Afganlar…
Denizler kirleniyor, nüfus artıyor, havalar ısınıyor ama bazı hisler baki kalıyor.
Serbestiyet
BASINDAN