Türkçe | Kurdî    yazarlar
Yeniden İnşa Sürecinde Nesneye Dönüşen Siyaset Kurumu

2025-07-31

Yeniden İnşa Sürecinde Nesneye Dönüşen Siyaset Kurumu

Ümit Tektaş,

Siyaset, insanların hedeflerine ulaşmalarını ve güvenliklerini sağlayabilecekleri toplumsal-siyasal bir bütün oluşturma faaliyetidir.  Spinoza

Siyaset kurumu üzerine bunun gibi tanımlamalar yapan Spinoza, bugün yaşasaydı, muhtemelen bu özdeyişi ya da benzerini yine dile getirirdi. Bu nedenle, yazının başına Hollandalı filozofun ismini yazmak anlamlı oldu. Yazının başlangıç cümlesi olarak ifade edilebilir ki, siyaset felsefesinin temel kavramlarından olan siyaset-iktidar ilişkisi ve iktidar erkinin aygıtı olarak görülen devletin siyaset kurumuyla olan bağı her zaman önemini korumuştur.

Yeniden inşa süreci akademisyenlerinin öne sürdüğü gibi, siyaset kurumu ne sadece egemenliği elinde bulunduran siyasal topluluğun bir aracıdır ne de yalnızca egemen güçlerin iktidarlarını sürdürmesine hizmet eden bir aygıttır. Siyaset kurumu, hem bu tanımların dışında bir olgudur hem de her ikisini birden içerir. Sınıf, sermaye veya zümre iktidarının bir parçası olma eğilimine girdiğinde, egemenliğin aracı haline gelir. Aynı gücün iktidarını sürdürmesine hizmet ettiğinde ise var olan düzenin, toplumu denetleyen, yöneten ve düzenleyen aygıtlarından biri olur. Bu tür amorf seçimler yaparak iktidarın nesnesi haline gelmek ve iktidar erkinin emrine girmek yerine; siyaset kurumu, temel haklar mücadelesinin ve bir arada yaşayan insan topluluklarının taleplerinin öznesi olarak hareket etmelidir.  Keza eylem ve söylemlerinde insanların davranış ve alışkanlıklarından ziyade onların özgürlük ve refahını merkeze almalıdır.

Nesneleşmeden ve iktidarın öznesi haline gelmeden sorun üretmek ya da var olan herhangi bir sorunun parçası olmak yerine, sorunların çözümünü odağına alan bir siyaset anlayışı, sürekli olarak kendini yenilemeli ve yeniden inşa etmelidir. Bu yeniden inşa süreci, toplumun ihtiyaçları ve insanlığın gelişim seyriyle paralellik göstermelidir. Şüphe yok ki siyaset kurumu, öznel rollerini oynamak yerine iktidar erkinin bir parçası olmayı arzuladığında nesneleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Özgürlüklerden, adalet anlayışından ve demokratik ortamdan bağımsız ele alınan her türlü yeniden inşa söylemi, siyaset kurumunu egemen sistemin nesnesi ve emir eri haline getirir. Keza siyaset söylemini, siyasal iklimin ve siyaset çeperinin etkisinden bağımsız değerlendirmek hem toplumcu ve gerçekçi değildir hem de siyaset kurumunun çözüm gücünü zayıflatır. Diğer yandan, siyaset kurumu tartışmaları bağlamında, siyaset kavramını alışılmış ve bilinen klasik anlamları dışında ifade etmek, siyasetin toplumdan yana olma ilkesini, çözüm üretme ve devlet denen karmaşık aygıtı yönetme gücünü başka alanlara devretmek, hatta siyaset alanının kurumsal kimliğini içeriksizleştirmek ve sulandırmak anlamına gelir. Siyasetin halka dönüklük, insana yakınlık ve insanı anlama süreçlerinden koparılması, siyaset alanını başkalaştırır ve siyaset zemininin kayganlaşmasına neden olur. Özüne uygun ve gerçek politik faaliyetlerin her biri eksik kalır ve zamanla verimsizleşir. Toplumsal süreçlerle örtüşmeyen ve toplumsal olmayan bir siyaset kurumunun sonu kaçınılmaz olarak böyle olacaktır.

Toplulukları dönüştüren, değiştiren, özel ve kamusal alana müdahale eden, iktisadi olanakları paylaşan ve paylaştıran, norm ve kural koyan, yasaları değiştiren, özgürlüklerin alanını genişleten siyaset kurumu, bu görevleri amaçlarken ve bu görevlere yönelik faaliyette bulunurken toplumun hem nirengi noktası hem de öznesidir. Ancak iktidarın bir parçası olma arzusu, iktidardan nemalanma hevesi ve iktidarın baş döndürücü gücüne ortak olma isteği, siyaset kurumunu yoldan çıkarıp başkalaştırır ve nesneleştirir.

Siyaseti özgür toplum, özgürlükçü toplum, özgür birey bağlamından kopardığınızda ve bu konuları siyasetin ilgi alanının dışına ittiğinizde, siyaset kurumu ister istemez iktidar odağının bir parçası olmaktan dolayı iktidarın nesnesi haline gelir. Bilindiği gibi, kavramsal ve imgesel düşünme biçimleri, özellikle modern dönem siyaset anlayışından bu yana siyaset zemini üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Bu dönem boyunca anlama, çözüm üretme, kavram ve imgelem süreçleri ile siyaset zemini arasındaki farklar, siyaset kadrosunun birikimi ve toplumun genel donanımı arasındaki farklar kadar önemli olmuştur. Kuşkusuz, doğrudan siyasetin konuları sayılmasa bile bilim yöntemi, sanat, felsefe ve hatta bilimin kendisi siyasetin beslenip geliştiği bir arka bahçedir. Siyasetin öznel dinamiği ve siyaset kurumu arasındaki iletişim, siyasi yapılar arasındaki iş birliği ve ilişkilerdeki süreç ve söylem farklılıkları, her bir özgün dinamik yönüyle siyasetin hedefini, yönünü ve ulaşacağı noktayı belirleyici bir güce ve niteliğe sahiptir. Özetle, toplumsal bir kurum olan siyaset alanı, gelişigüzel, yönsüz ve plansız yöntemlerle yürütülecek bir etkinlik değildir. Açıkça görülmektedir ki, yüzyıllardır siyaset kurumunun toplum üzerindeki büyük gücü ve etkisi, cezbedici ve kışkırtıcı unsurlar barındırması, onu ele geçirme, başkalaştırma, teslim alma, iktidar odağının emrine sokma veya bu odağın bir parçası haline getirme gibi birçok faaliyeti akla getirmektedir. Aynı zamanda siyaset kurumu bu tür faaliyetlerin hedefi olmaktadır.

Konunun derinlemesine anlaşılması açısından, Karl Marx ve Friedrich Engels’in ismiyle sıklıkla anılan ve siyasetin özünü sınıf mücadelesi üzerinden tanımlayan bir vecizeyi hatırlamak yerinde olacaktır: Gerçek anlamıyla siyasal iktidar, bir sınıfın, başka bir sınıfı ezmek için kullandığı örgütlü gücüdür.  Bu ifade, siyaset kurumunun tarafsız ve toplumsal uzlaşmayı hedefleyen bir yapıdan ziyade, temelde sınıfsal çıkarların çatışma alanı olduğunu ileri sürer. Marx ve Engels’e göre, devlet ve onun siyasi aygıtları, egemen sınıfın kendi ekonomik ve sosyal konumunu korumak ve diğer sınıflar üzerindeki tahakkümünü sürdürmek için kullandığı bir araçtır. Bu bakış açısı, siyasetin yalnızca yönetim tekniklerinden veya toplumsal düzenlemelerden ibaret olmadığını, aynı zamanda derin eşitsizliklerin ve güç ilişkilerinin bir yansıması olduğunu vurgular.

Siyaset kurumunun nesneleşme tehlikesi ve iktidarın emrine girme potansiyeli, anılan Marksist perspektifle de paralellik göstermektedir. Eğer siyaset kurumu, belirli bir sınıfın, zümrenin veya egemen gücün çıkarlarına hizmet etmeye başlarsa, o zaman kendi öznelliğini yitirir ve bahsi geçen “ezme” eyleminin bir parçası haline gelir. Temel haklar mücadelesinin ve toplumsal taleplerin öznesi olma vasfını yitirerek, var olan eşitsizlikleri meşrulaştıran ve sürdüren bir işleve bürünür.

Dolayısıyla, Marx ve Engels’in bu vecizesi, siyaset kurumunun potansiyel tehlikelerini ve öznelliğini koruma zorunluluğunu daha net bir şekilde anlamamıza yardımcı olur. Siyasetin, herhangi bir sınıfın veya grubun tahakküm aracı haline gelmemesi, aksine tüm toplumun özgürlük ve refahını hedeflemesi gerektiği düşüncesi, bu eleştirel bakış açısıyla daha da önem kazanır. Siyaset kurumunun yeniden inşası ve kendini yenilemesi süreci de bu türden sınıfsal çıkarların etkisinden bağımsız, evrensel değerlere ve insanlığın ortak iyiliğine odaklanmalıdır.

Siyaset Kurumunun Toplumsal Olanı ve Farklı Olanı Kucaklaması: Bir Zorunluluk Olarak Çeşitliliği Korumak ve Geliştirmek

Siyaset kurumu, en temelinde, bir arada yaşayan insanların ortak sorunlarına çözüm üretme, kaynakları adil bir şekilde dağıtma ve geleceğe yönelik ortak hedefler belirleme amacını taşır. Ancak bu işlevini tam anlamıyla yerine getirebilmesi için, sadece mevcut düzeni sürdürmekle kalmamalı, aynı zamanda toplumsal olanın zenginliğini ve farklılığın değerini de kucaklamalıdır. Siyasetin sağlıklı bir şekilde işlemesi, toplumun heterojen yapısını tanıması, farklı kimliklere, inançlara, yaşam tarzlarına ve düşüncelere saygı göstermesi ve bu çeşitliliği bir tehdit olarak değil, bir zenginlik kaynağı olarak görmesiyle mümkündür.

Toplumsal olan, bir toplumun ortak değerlerini, kültürel mirasını, dayanışma ağlarını ve sivil katılımını ifade eder. Siyaset kurumu, bu ortak zemini güçlendirmekle yükümlüdür. Ancak bu güçlendirme süreci, tek tipçi bir anlayışla, farklılıkları yok sayarak veya asimile ederek değil, bilakis bu farklılıkların bir arada barış içinde yaşamasını sağlayacak hukuki ve sosyal mekanizmaları inşa ederek gerçekleştirilmelidir. Farklı etnik kökenler, dini inançlar, dilsel çeşitlilikler, cinsel yönelimler ve sosyo-ekonomik katmanlar arasındaki etkileşimi teşvik etmek, toplumsal uyumu artırır ve daha kapsayıcı bir siyaset anlayışının temelini oluşturur.

Farklı olana alan açmak, siyaset kurumunun sadece çoğunluğun değil, aynı zamanda azınlıkların ve marjinal grupların da sesini duyabileceği ve taleplerini iletebileceği mekanizmalar yaratması anlamına gelir. Katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışı, farklı kesimlerin siyasi süreçlere aktif olarak dahil olmasını teşvik eder. Sivil toplum örgütleri, düşünce kuruluşları, meslek odaları ve diğer toplumsal aktörlerin siyaset yapıcılarla düzenli ve anlamlı bir diyalog içinde olması, farklı perspektiflerin dikkate alınmasını sağlar ve daha adil politikaların üretilmesine katkıda bulunur.

Siyaset kurumunun temel sorumluluklarından biri de var olan toplumsal ve kültürel çeşitliliği korumak ve geliştirmektir. Bu, sadece yasal düzenlemelerle ayrımcılığı engellemekle kalmaz, aynı zamanda farklılıkların ifadesini ve kültürel pratiklerin yaşatılmasını destekleyici politikalar üretmeyi de içerir. Eğitim sisteminden medya politikalarına, kültürel etkinliklerden sanatsal ifadelere kadar geniş bir yelpazede, çeşitliliğin teşvik edilmesi ve korunması, toplumun genel refahına ve yaratıcılığına önemli katkılar sağlar.

Aksi takdirde, toplumsal olanı ve farklı olanı görmezden gelen veya baskı altına alan bir siyaset kurumu, kutuplaşmaya, ayrışmaya ve toplumsal huzursuzluğa zemin hazırlar. Tek tipçi ve dışlayıcı politikalar, toplumun dinamizmini ve yenilikçiliğini engellerken, adaletsizlik ve eşitsizlik duygularını derinleştirir. Bu durum, siyaset kurumuna olan güveni sarsar ve uzun vadede toplumsal istikrarı tehdit eder.

Siyaset kurumunun en temel görevlerinden biri, toplumsal olanın zenginliğini ve farklı olanın değerini anlamak, bu çeşitliliğe alan açmak, onu korumak ve geliştirmektir. Kapsayıcı, katılımcı ve çoğulcu bir siyaset anlayışı, toplumun tüm kesimlerinin kendilerini ifade edebileceği, haklarının korunduğu ve refahının arttığı bir ortam yaratmanın anahtarıdır. Ancak bu şekilde, siyaset kurumu gerçekten topluma hizmet edebilir ve sürdürülebilir bir toplumsal düzenin inşasına katkıda bulunabilir.

Yeniden İnşa Süreci İyileştirilebilir mi?

“İktidar, sadece bireyleri baskı altında tutmakla kalmaz, aynı zamanda onları belirli şekillerde özneleştirir”

Konuyla yakından ilişkisi nedeniyle yeniden inşa süreci bağlamında, birkaç cümleyle Michel Foucault’nun özne ve iktidar görüşünü ele alalım. Foucault, iktidarı yukarıdan aşağıya işleyen, baskıcı bir güç olarak değil, toplumsal ilişkilerin her yerinde var olan, üretken bir güç olarak tanımlar. Ona göre iktidar, sadece bireyleri baskı altında tutmakla kalmaz, aynı zamanda onları belirli şekillerde “özneleştirir” yani onları belirli kimliklere, davranışlara ve düşünce biçimlerine tabi kılar. Foucault’a göre, bireyler iki anlamda öznedir.

Bir: Başkasının kontrolüne ve bağımlılığına tabi olma: Bu, iktidarın klasik baskıcı yönünü ifade eder. Devlet, kurumlar, normlar ve söylemler aracılığıyla bireylerin davranışlarını ve yaşamlarını düzenler.

İki: Kendi kimliğine bilinç veya öz-bilgi yoluyla bağlı olma: Bu daha karmaşık bir özneleşme biçimidir. Bireyler, içinde bulundukları söylemler ve iktidar ilişkileri aracılığıyla kendilerini belirli şekillerde anlamlandırır ve tanımlarlar. Örneğin, tıbbi söylemler aracılığıyla “hasta” veya “sağlıklı” öznesi inşa edilir. Birey bu kategoriye dahil olduğunda, bu kimliği içselleştirir ve buna uygun davranışlar sergilemeye başlar.

Yeniden inşa süreci, fiziksel yapıların yeniden inşasının yanı sıra, toplumsal yapıların, ilişkilerin ve kimliklerin de yeniden şekillenmesini içerir. Bu süreçte Foucault’nun özne ve iktidar görüşü çeşitli açılardan önem kazanır.

Mevcut İktidar İlişkilerinin Analizi

Yeniden inşa sürecinde, yıkıma yol açan veya eşitsizlikleri derinleştiren mevcut iktidar ilişkilerinin ve söylemlerinin eleştirel bir şekilde analiz edilmesi önemlidir. Hangi normlar, kurumlar ve söylemler belirli grupları marjinalleştiriyor veya güçsüzleştiriyor? Yeniden inşa süreci bu eşitsizlikleri yeniden üretmemeli, aksine daha adil ve kapsayıcı yapılar inşa etmelidir.

Yeni Özne Biçimlerinin İnşası

Yeniden inşa süreci, sadece fiziksel yapıları değil, aynı zamanda toplumsal özneleri de yeniden şekillendirme potansiyeli taşır. Örneğin, afetzedelerin “mağdur” kimliğine sıkıştırılması yerine, kendi iyileşme süreçlerinde aktif rol alan, dayanıklı ve güçlenmiş özneler inşa etmek mümkün olabilir. Bu, destek mekanizmalarının ve söylemlerin yeniden yapılandırılmasını gerektirir.

Direniş ve Dönüşüm Alanları

Foucault, iktidarın her yerde olduğunu söylerken, direnişin de her yerde var olduğunu savunur. Yeniden inşa süreci, mevcut iktidar ilişkilerine karşı direniş alanları yaratmak ve alternatif özneleşme biçimlerini geliştirmek için bir fırsat sunabilir. Yerel inisiyatifler, sivil toplum örgütleri ve aktivist gruplar, yeniden inşa sürecinin daha demokratik ve katılımcı olmasını sağlayabilirler.

Söylemlerin Rolü

Yeniden inşa sürecinde kullanılan dil ve söylemler, inşa edilen gerçekliği ve özneleşme biçimlerini derinden etkiler. Örneğin, “normalleşme” söylemi, travma sonrası süreçte bireyleri belirli bir iyileşme çizgisine zorlayabilir ve farklı iyileşme yollarını göz ardı edebilir. Eleştirel bir bakış açısıyla, daha esnek, kapsayıcı ve bireysel farklılıklara saygı duyan söylemlerin geliştirilmesi önemlidir.

Biyoiktidar* ve Yaşamın Yönetimi

Foucault’nun biyoiktidar kavramı, modern devletlerin, nüfusun yaşamını ve sağlığını yönetme biçimlerini ifade eder. Yeniden inşa sürecinde sağlık hizmetleri, barınma politikaları, eğitim gibi alanlarda uygulanan politikalar, biyoiktidarın işleyişini gösterir. Bu politikaların, bireylerin özerkliğini ve haklarını zedelemeyecek şekilde tasarlanması önemlidir.

Özet olarak, yeniden inşa süreci sadece fiziksel bir yeniden yapılanma değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi bir süreçtir. Michel Foucault’nun özne ve iktidar görüşü, bu sürecin karmaşıklığını anlamak, mevcut eşitsizlikleri sorgulamak ve daha adil, özgürleştirici ve katılımcı bir yeniden inşa için eleştirel bir çerçeve sunar. Bu çerçeve, yeniden inşa sürecinde kimlerin nasıl özneleştiğini, hangi iktidar ilişkilerinin işlediğini ve bu ilişkilere karşı nasıl direniş gösterilebileceğini anlamamıza yardımcı olur.

İktidar, Devlet ve Küresel Sistem: Söylem, Uygulama ve İtaat Üzerine

Önceki bölümlerde sıklıkla iktidar, devlet aygıtı gibi kavramları ele aldığımdan, yazının bu bölümünde anılan ve ilişkili kavramları daha geniş çerçevede yorumlamak, yazının maksadının anlaşılması açısından kanımca yararlı olacaktır.  İktidar, en yalın anlamıyla bir işi yapabilme gücüdür; erk, kudret veya otoriteyi ifade eder. Toplumsal yapıda ise bu güç, üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın karar alma ve yönlendirme yeteneğiyle şekillenir. İktidar, yalnızca bir hükümet etme biçimi olmanın ötesinde, toplumun tüm katmanlarına nüfuz eden bir yönetme pratiğidir. Bu nedenle iktidar, hükümetten ayrı olarak, iktidardaki partiyle sınırlı olmayan daha geniş bir ilişkiler ağını kapsar.

Devlet, iktidarın kurumsal boyutunu temsil eder. Onun örgütlü gücüdür.  İktidar ve devlet çoğu zaman birbirinden ayrı düşünülemez; adeta siyam ikizleri gibidirler.  Günümüzde ordu, yargı, YÖK, BBDK, EPDK, RTÜK ve benzeri kurumlar, emniyet, medya ve hatta ana muhalefet partileri bile iktidar odağının bir parçası haline gelmiştir. Bu bağlamda iktidar kavramı, yalnızca siyasi iktidarın değil, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki güç dağılımının da analizini gerektirir.

Bununla birlikte iktidar ve devlet karşısında siyaset kurumunun nesneleşmesi, siyasetin hem iktidarın hem de adına devlet denilen örgütlü ve baskıcı aracın kontrolü altına girmesi ve kendi başına özerk bir alan olmaktan çıkması anlamına gelir. Bu durum, siyasetin toplumsal talepleri ifade etme, farklı görüşleri temsil etme ve iktidarı dengeleme işlevini yitirmesine yol açar. Bu nesneleşme süreci, çoğu zaman şu şekillerde kendini gösterebilir: Egemenlerin mutlak denetiminde olan iktidarın siyaseti araçsallaştırması, siyasetin kimlikler üzerinden tanımlanması ve siyasi kararların, halkın katılımı ve siyasi tartışma yerine, uzmanlar ve teknokratlar tarafından alınması. Aynı zamanda siyasetin üretme süreçlerinin toplumsal tabanından kopması ve halkın siyasi yapılara yabancılaşması. (Tarih, parti-devlet ve tek parti rejimi örnekleriyle doludur.)

Siyaset kurumunun nesneleşmesi bağlamında ulus-devlet kavramını ele almak, modern devlet anlayışının dönüşümünü anlamak açısından önemli bir perspektif sunar. Ulus-devlet, Fransız Devrimi ile halkın kendi kaderini tayin etme arzusunun kurumsal bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zamanla, halkçı ve eşitlikçi ilkelerden ziyade ekonomik ve siyasi çıkarların ön planda olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Zaman için hemen hemen hepsi toplumun büyük çoğunluğunu baskı altında tutan baskıcı rejimlerin iş başına getirildiği yapılar halini almıştır.

Ulus-devletin siyasal alanın temel amacı durumuna gelmesiyle birlikte, siyaset kurumunun da bu amaca hizmet eden bir araç konumuna indirgenmesi kaçınılmaz olmuştur. Halkın kendi kaderini tayin etme arzusunun kurumsal ifadesi olarak doğan ulus-devlet, zamanla siyaset kurumunun varlık nedeni ve meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Bu durum, siyaset kurumunun değiştirici, dönüştürücü, özgürlükçü, toplumcu öğeleri yerleştirmesinin ve egemen kılmasının aracı olması yerine, onun ulus-devletin hedeflerine ulaşmada kullanılan bir “nesne” gibi algılanmasına yol açmıştır. Ulusal özgürlük gibi, sayılamayacak pek çok yararına karşın ulus-devletler, çoğu zaman halkçı ve eşitlikçi ilkelerden ziyade, ekonomik çıkarlar ve kaynak kontrolü gibi hedeflerle şekillenmiştir. Lenin’in de vurguladığı gibi, ulusal kurtuluş mücadeleleri bile genellikle burjuva reformcu çerçeveye bağlı kalmıştır.

Günümüzde, adalet anlayışını benimsemiş, özgürlükçü bir toplum ve daha iyi bir yaşam arayışı yerine “devlete sahip olma” arzusu öncelik kazanmış, bu da toplumsal özgürlük ile ulusal devlet tercihi arasında bir ikilem yaratmış, siyaset kurumunu kendi özgün amaçlarından ve başlangıç hedeflerinden uzaklaşarak, devletin kontrolünü ele geçirme mücadelesinin bir nesnesi haline getirmiştir.  

Modern ulus-devletler, ortak dil, kültür ve değerler etrafında şekillenir. Ancak bu yapı, aynı zamanda etnik kimlik, mezhep, sınıf gibi ayrımlar üzerinden otoriter bir kontrol mekanizmasına da dönüşebilir. Bauman’ın ifadesiyle, toprak-devlet-ulus üçlemesi bir norm haline gelmiş ve bu normdan sapmalar, küresel sistem tarafından anomali (Belli bir ölçüye, belli bir kurala uymama durumu) olarak görülmeye başlamıştır.

Ulus-devletin yükselişiyle birlikte siyaset kurumunun zaman içinde özgün amaçlarından uzaklaşarak, ulus-devletin hedeflerine hizmet eden, ekonomik çıkarları meşrulaştıran, “devlete sahip olma” arzusunun nesnesi haline gelen ve otoriter kontrolün bir aracı olarak işlev gören bir nesneleşme süreci yaşadığı gözlenmektedir. Bu nesneleşme, siyaset kurumunun toplumsal ihtiyaçları temsil etme ve özgürlükçü idealleri gerçekleştirme potansiyelini zayıflatmaktadır. Buna göre, siyaset kurumunun kendi özgünlüğünü ve amacını yeniden tanımlaması, ulus-devletin araçsal rolünden çıkarak daha demokratik ve özgürlükçü bir toplumun inşası için önemli görünmektedir.

Siyaset kurumunun nesneleşmesinin doğal sonuçlarından biri de toplum hayatı yönünden demokratik değerlerin gerilemesi, siyasi özgürlüklerin kısıtlanması, hukuk kurumlarına güvenin zayıflaması ve başta özgürlükçülük, hesap verebilirlik, çoğulculuk ve katılımcılık ilkeleri olmak üzere demokrasinin ortadan kalkması.

Toplumsal bölünme anlamına gelen farklı siyasi görüşlerin ve kimliklerin düşmanlaştırılması, toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi ve çatışma riskinin artması; otoriterleşme biçiminde ortaya çıkan iktidarın tek elde toplanması, denge ve denetleme mekanizmalarının işlevsizleşmesi ve keyfi yönetim anlayışının yaygınlaşması; hukuk sistemini oluşturan unsurların işlevsiz hale gelmesi, yargının yansız görünme, tarafsız ve tam bağımsız olma alanlarında siyaset kurumuyla açıkça etkileşmesi; yoruma açık bir deyimle siyasi apati**, yani halkın siyasi süreçlere olan inancının ve katılımının azalması; siyasi yabancılaşmanın yaygınlaşması gibi  sorunlar ya da sorunsallar da siyaset kurumunun nesneleşmesinin sonuçları olarak ele alınabilir.

İktidar ve devlet karşısında siyaset kurumunun nesneleşmesi, sağlıklı bir demokrasinin temelini oluşturan özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık ve hesap verebilirlik ilkelerini zedeler. Bu durumun önüne geçmek için siyaset kurumunun özerkliğinin korunması, ağırlıklı ve işlevsel olarak sivil alanda kalabilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, medyanın özgürleştirilmesi ve herkes için hukuk düzeninin tesis edilmesi büyük önem taşır. Ancak bu şekilde siyaset kurumu hem iktidarı hem de iktidarın örgütlü gücü olan devleti ve onun alışkanlıklarını dengeleyerek daha demokratik ve katılımcı bir toplumun inşasına, toplumsal ve farklı olana katkıda bulunabilir.

Siyaset kurumu iktidara ve devlete yaklaştığı oranda, çevresel değerlerden, toplumdan, dolayısıyla toplumsal olandan, haklardan ve özgürlüklerden uzaklaşır. Bu da toplukların çıkarına olan ortak sorunlara çözüm üretme ve uzlaşma kültürünün zayıflamasına yol açar. Rolf Cantzen’in aynı adlı eserinden esinlenerek rahatlıkla söyleyebilirim ki toplumdan yana bir siyaset kurumu, hedefi devletin toplumsallaştırılması ve toplumun devletsizleştirilmesi olan sürece kadar adım adım, Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, çabasını sürekli kılmalıdır.

Modern siyasal düzende hükümet ile muhalefet rolleri, çoğu zaman halkın oyuyla değil, sistemin kendi içindeki güç dengeleriyle belirlenmektedir. Seçimler, yurttaş iradesi ve denetim mekanizmaları, demokratik bir çerçeve sunsa da süreçler genellikle halk denetimine kapalıdır. Bu durum, Zygmunt Bauman’ın, “devlet-ulus-toprak evliliği” olarak tanımladığı modern hükümet sistemlerinin doğasını gözler önüne serer. Bu bağlamda hiçbir ülkenin egemen sınıfı, kendi parlamentolarında denetleyemedikleri muhalif güçlere yer açmaz, kontrol edemediği güçleri kendi başına bela etmez.

Küresel sistem içinde hükümetler arasında bir döngü yaşanır: soldaki partiler sağcı hükümetleri dinlendirir, sağcı hükümetler tekrar iktidara gelir. Özellikle az gelişmiş ülkelerde bu döngü, yoksul halk kitlelerine ekonomik ve sosyal bedeller olarak yansır. Türkiye örneğinde olduğu gibi, iktidar değişikliği bile büyük toplumsal maliyetler doğurabilir. Bu döngü, hemen hemen her zaman ulusal burjuvazi ve uluslararası sermayenin onayıyla şekillenir.

İktidar, yalnızca maddi araçlarla değil, söylemlerle, normlarla ve toplumsal kabullerle de şekillenir. Arno   Gruen’in dediği gibi, insanlar itaat etmeyi hava ve su gibi doğal bir olguymuş gibi benimser hale gelirler. Bu durum, bireyin özgürlüğünü teslim eden ve düşünme kapasitesini sınırlayan bir toplumsal düzene yol açar.

Beri yandan Max Weber’e göre iktidar, bir kişi veya grubun, başkalarının direncine rağmen kendi iradesini dayatabilmesidir. Michel Foucault ise iktidarı, bir ağ gibi işleyen, bireyleri hem özneleştiren hem de nesneleştiren bir mekanizma olarak tanımlar. Karl Marx’a göre ise iktidar, üretim araçlarını kontrol eden sınıfın hem maddi hem de zihinsel egemenliğidir; toplumun egemen düşünceleri, egemen sınıfın düşünceleridir. George Orwell’in “İktidar bir araç değil, amaçtır” sözü, iktidarın nihai doğasını yansıtır.

Makale boyunca ismini çokça andığım Michel Foucault, bireyin itaatkâr bir özneye dönüşümünü hapishane metaforuyla açıklar. Gözetim, disiplin ve kontrol, bireyin davranışlarını yönlendirmek için kullanılır. Modern devlet, bu yolla bireyleri yönetir. Böylece toplum sessizleşir ve bireyler kendi kendilerini denetlemeye başlar. Bu durum, sadece yönetilenlerin değil, aynı zamanda yönetmeye hizmet eden bireylerin de şekillendiği bir sistemdir. Ne yazık ki giderek başta siyaset kurumu olmak üzere, diğer toplumsal kurumların da…

Konu başlığının son cümlesi olarak, iktidar yalnızca fiziksel veya ekonomik bir güç değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin, söylemlerin ve bireysel yönelimlerin bir bütünüdür. Küresel Egemenlik Sistemi’nin bu yapıyı yeniden gözden geçirmesi, daha adil ve insani bir gelecek için kaçınılmazdır. Foucault’nun uyardığı gibi, dayatılan düşüncenin öznesi olduğumuz anda, düşünmeyi bırakırız ve kazanan iktidar olur.

Modern Siyasetin Dönüşümü ve Partiler Arası Dinamikler: Kavramlar, Süreçler ve Toplumsal Etkiler

Gelinen aşamada siyaset kurumu, yalnızca yönetim biçimlerinin değil, aynı zamanda toplumların duygu, düşünce ve yönelimlerinin de merkezi bir unsuru haline gelmiştir. Siyaset, artık sadece iktidarın paylaşımına dair bir sistem olmanın ötesine geçerek, toplumsal gerçeklikleri yeniden üreten ve hatta şekillendiren dinamik bir aygıta dönüşmüştür. Egemen güçlerin devamlılığını sağlamaya odaklanan bu yapılar, geçirdikleri dönüşümle toplumsal süreci yönlendirmekten ziyade, küresel ve yerel etkilerle yönlendirilir bir konuma gelmektedir. Beklenenin aksine, siyasi yapılar sorunlara çözüm üretmek yerine, özlerinden koparılarak sorunların yeniden üreticisi olma durumuyla karşı karşıya gelmişlerdir.

Siyasetin Kurumsal Boşluğu ve Nesneleşme Süreci

Modern siyasetin belirgin eğilimlerinden biri, siyaset kurumunun araçsallaştırılarak bir nesneye dönüştürülmesidir. Siyasi partiler, salt fikir veya çözüm merkezleri olmanın ötesinde, küresel sermaye düzeninin, güvenlik odaklı yapının ve medya tarafından inşa edilen illüzyonların taşıyıcıları haline gelmiştir. Göstergeler, reklamlar ve söylemlerle donatılmış bu yapılar, ulusal güvenlik söylemleri aracılığıyla toplumlara yön veren değil, yön verilen konumda konumlanmaktadır. Ulus-devletlerin yeniden yapılanma süreciyle birlikte, siyasi partilerin etkili aktörler olmaktan çıkıp sistemin edilgen unsurları haline gelmesi / getirilmesi dikkat çekicidir.

Egemenlik, Hukuk ve Siyasetin Mutlaklığı

Siyasetin her şeyin önüne geçtiği toplumlarda, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları ve özgürlükler ciddi şekilde zarar görmektedir. Partilerin vaat ve programlarının bağlamından koparılarak değerlendirilmesi, onların nesneleşme sürecini hızlandırmakta ve siyasetin içeriksel derinliğini boşaltmaktadır. Bu nedenle siyaset kurumunun, kendi ürettiği sorunları çözmeye çalışan döngüsel yapısından sıyrılarak, daha yapısal bir anlayışla yeniden inşa edilmesi zorunludur. Siyaset her şey olduğu zaman, temel insan hakları başta olmak üzere hukuk sistemi dâhil, toplum hayatını ilgilendiren diğer her şey hiçbir şeydir.

Küreselleşme, Sermaye ve İktidarın Yeniden Dağılımı

Günümüzde siyasi partiler için iktidara gelmek, artık geçen yüzyılda olduğu gibi gerçek manada iktidarın ortağı ya da sahibi olmak anlamına gelmemektedir. Ekonomik ve siyasi güçler küresel ölçekte yoğunlaşmış olup, yerel yapılar bu merkezi güce entegre olmadan etkili bir iktidar pratiği geliştirememektedir. Küçük partiler büyük hedefler belirlese de geniş kitle desteği olmaksızın bu hedeflere ulaşmaları zor görünmektedir. Bu noktada, siyasal kadroların gerçekçi hedefler belirlemesi ve küresel düzenin dinamiklerinin farkında olarak siyaset üretmeleri gerekmektedir.

Kadroların Esnekliği ve Norm Üretimi: İkilikli Siyaset Riski

Siyasi yapıların çekirdek kadroları, norm koyma gücüne sahip oldukları andan itibaren otoriter yapılarla örtüşme riski taşımaktadır. Kendi çıkarlarına uygun normları topluma dayatmaları ve halkın davranışlarını baskılayıcı bir biçimde yönlendirmeleri, siyasetin meşruiyetini zedelemektedir. Bu bağlamda, siyasal esneklik ile çifte standart arasında net bir ayrım yapılmalıdır. Aksi takdirde siyasal elitler, halkı sadece yönlendirilmesi gereken bir “sürü” olarak algılayabilir ve toplumu merkeze alan politikalardan uzaklaşabilir. 

Farklılıkların Aşınması ve Aynılaşma Süreci

Günümüz siyasetinde “farklılık” kavramı, paradoksal bir şekilde bir benzeştirme aracına dönüşmüştür. İttifaklar, koalisyonlar ve zorunlu iş birlikleri, partilerin özgünlüklerini zayıflatmakta ve onları birbirine benzer hale getirmektedir. Bu süreç, demokrasiye hizmet etmekten ziyade, toplumu homojenleştiren ve farklı olana yaşam alanı tanımayan bir mekanizma yaratmaktadır. İttifakların siyaseti zenginleştirmesi beklenirken, söylem ve eylem düzeyinde tek tipleşmeye neden olması ciddi bir sorundur. Bu, aynı zamanda oksimoron bir durumdur.

Kavramların İçeriksizleştirilmesi ve Siyasi İllüzyon

Kavramlar, politik söylemin temel taşıyıcılarıdır. Ancak bu kavramların içeriği boşaltıldığında, anlamlarını yitirirler. Demokrasi, özgürlük, adalet gibi kavramların slogana dönüşüp gerçeklikten kopması, toplumu aydınlatan birer rehber olmaktan çıkmalarına neden olur. Bu nedenle kavramlar, doğru bağlamda, uygun zeminde ve ilkelerle tutarlı bir biçimde kullanılmalıdır. Aksi takdirde siyaset, hakikatleri gizleyen bir illüzyon sahnesine dönüşebilir. Özellikle seçim dönemleri, bu türden kavramsal çarpıtmaların en yoğun yaşandığı zeminlerdir.

Seçim Dönemleri ve Siyasal Manipülasyon

Seçimler, toplumlar için sadece yöneticileri belirleme süreci değil, aynı zamanda siyasal anlatıların ve kavramsal illüzyonların sergilendiği kritik dönemlerdir. Seçim süreçleri, partilerin söylemlerini yeniden şekillendirdiği, yeni siyasi denklemlerin kurulduğu ve çoğu zaman gerçekçi olmayan vaatlerin sunulduğu zamanlardır. Bu süreç, aslında siyasi yapıların gerçeklikle kurduğu ilişkiyi ve sundukları hedeflerin ne kadar uygulanabilir olduğunu gözler önüne serer. Seçimler, sadece oy verme eylemi olmanın ötesinde, siyasi manipülasyonun en yoğun yaşandığı ve kavramsal illüzyonların en etkili şekilde sunulduğu kritik anlardır. Bu dönemler, aynı zamanda siyasi yapıların ne kadar gerçekçi veya hayali hedefler sunduğunu değerlendirme fırsatı sunar.

Kavramsal Duruşun Önemi ve Siyasetin Geleceği

Siyaset kurumu, kendi üretimlerini eleştirel bir gözle yeniden değerlendirmeli, iç tutarlılığını güçlendirmeli ve toplumsal ihtiyaçlara duyarlı hale gelmelidir. Kavramların sloganlaştırılması, içeriğin yüzeyselleştirilmesi ve siyasi yapıların araçsallaştırılması, siyasetin meşruiyet zeminini aşındırmaktadır. Bu bağlamda, özgürlük ve demokrasi gibi temel kavramların siyaset kurumunun dar sınırlarının ötesine taşınarak, tarafsız, kurumsal ve ilkeli bir zemine oturtulması gerekmektedir. Siyaset, toplumun çözüm beklediği sorunların odağı haline gelmeli ve oy isteme pratiği, siyasi etik ilkeleriyle yeniden tanımlanmalıdır. Söz ve eylem birliğini esas almayan bir siyaset anlayışı, gelecekte de güven krizlerini derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Sonuç Yerine Yeniden İnşanın Paradoksu ve Siyasetin Öznelliğine Dönüş Zorunluluğu

Bir bütün olarak siyaset kurumu üzerine düşündüğümde, onun yalnızca iktidar mücadelesiyle sınırlı olmadığını, aksine toplumsal taleplerin ve hak mücadelesinin öznesi olması gerektiğini görüyorum. Ancak günümüzde siyaset kurumu, giderek özünden uzaklaşarak bir araç haline gelme riski taşıyor. Spinoza’nın ve daha pek çok filozofun yüzyıllar önce yaptığı siyaset tanımları hâlâ geçerliliğini koruyor olsa da modern siyaset, bu tanımlardan koparak egemen sistemin bir parçasına dönüşüyor.

İnsanlığı en çok düşündürmesi gereken noktalardan biri, yeniden inşa söylemlerinin özgürlük, adalet ve demokrasi gibi temel değerlerden bağımsız ele alındığında, siyaset kurumunu yalnızca bir güç mekanizmasına dönüştürebileceği acı gerçeğidir. Küreselleşme, sermayenin yeniden dağılımı, siyasi kadroların norm üretme gücü ve farklılıkların aynılaşma süreçleri, siyasetin öznelliğini aşındırıyor. Zamanla siyaset kurumu, toplumsal taleplerin değil, belirli çıkar gruplarının yönlendirdiği bir nesneye evriliyor.

Bu süreçte kavramların içinin boşaltılması ve siyasi illüzyonların yaratılması da önemli bir rol oynuyor. Seçim dönemlerinde yapılan manipülasyonlar, halkın gerçek sorunlarını gölgede bırakıyor ve siyaseti yalnızca bir gösteriye dönüştürüyor. Bütün bunlara rağmen siyasetin bu nesneleşme sarmalından çıkmasının hem mümkün hem de zorunlu olduğuna orta yerde duruyor.

Siyaset kurumu, temel haklar mücadelesinin ve bir arada yaşayan insanların taleplerinin öznesi olmalıdır. Sorun üretmek yerine çözüm odaklı, sürekli kendini yenileyen ve toplumsal ihtiyaçlarla paralel bir siyaset anlayışının egemen olması gerekir. Çeşitliliği bir zenginlik olarak gören, toplumsal olanı kucaklayan bir siyaset anlayışı, kutuplaşmayı ve toplumsal huzursuzluğu önleyebilir. Zira tek tipçi ve dışlayıcı politikalar, yalnızca ayrışmayı derinleştirir.

Michel Foucault’nun özne ve iktidar görüşü bağlamında yeniden inşa süreçlerinin sadece fiziksel değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi bir yeniden yapılanma olduğu bir kez daha hatırlamakta yarar vardır. Bu, aynı zamanda toplumsal ve siyasi bir dönüşüm sürecidir. Mevcut iktidar ilişkilerinin eleştirel analizinin yapılması, yeni özne biçimlerinin inşası ve direniş alanlarının yaratılması açısından büyük önem taşıyor. Siyasetin kurumunun yalnızca bir güç mücadelesi değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün ve özgürleşmenin bir aracı olması gerektiği yakıcı şekilde ortaya çıkıyor.

Bilinen çok sayıdaki özgürlükçü özelliğiyle beraber, katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi, ileri düzeyde geliştirilebilen, iyileştirilebilen ve farklı seslerin duyulmasına olanak tanıyan bir sistemdir ve ancak bu şekilde yön arayan siyaset kurumu, gerçek anlamda toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilir.

Sonuç olarak, siyaset kurumunun yeniden inşası, sadece yapısal düzenlemelerle değil, aynı zamanda kavramsal bir duruşla ve siyasetin özüne dönerek mümkün olabilir. Özgürlük, demokrasi ve adalet gibi evrensel değerlerin siyasetin temelini oluşturması, söz ve eylem birliğinin esas alınması ve toplumsal ihtiyaçlara duyarlılık, siyasetin gelecekteki meşruiyetini ve etkinliğini belirleyecektir. Aksi takdirde, nesneleşen ve araçsallaşan bir siyaset anlayışı, güven krizlerini derinleştirmeye ve toplumsal sorunlara çözüm üretmekten uzaklaşmaya devam edecektir. Siyasetin yeniden özneleşmesi, daha adil, özgürlükçü ve insani bir geleceğin inşası için vazgeçilmez bir zorunluluktur.

12.05.2025

* Biyoiktidar terimi asıl olarak Fransız Filozof Michel Foucault tarafından ortaya atılmış ve modern ulus devletlerin amaçlarını “bedenlerin zapt edilmesini ve nüfusun kontrol edilmesini başarmak için sayısız ve farklı tekniklerin uygulanışındaki bir patlama” aracılığıyla, özellikle de istatistik ve olasılığın kullanılması yoluyla, düzenleme pratiğine işaret eden bir terimdir. Foucault bu terimi ilk College de France’daki derslerinde, terim yazılı olarak da ilk kez Cinselliğin Tarihi adlı kitabının ilk cildi olan Bilme İstenci’nde kullanıldı. Düşünürün iki çalışmasında ve daha sonraki kuramcıların çalışmalarında terim, fiziksel sağlıkla daha az doğrudan bağlar taşıyan kamu sağlığı, kalıtımın düzenlenmesi ve risk yönetimi (François Ewald) kavramlarına işaret etmek için kullanıldı. Bunun dışında Foucault’nun daha az kullandığı ve ondan sonra gelen düşünürlerin kendisinden bağımsız olarak kullandığı biyopolitika terimiyle de yakından bağlantılıdır. Vikipedi

** Apati: Siyasal katılımın tüm biçimlerinin dışında duran düşünceleri, tutumları, inanış ya da davranışları içermektedir. “Apati, sisteme ve kararlarına ilişkin kayıtsızlık, ilgisizlik olarak tanımlanan bir duygudur.

Deng Dergisi, sayı:136

 

 

 

 

MAKALELER