2025-05-09
Burcu Karakaş
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta gözaltına alınmasının ardından başlayan protestolarda polis şiddetinin vardığı boyutlar tartışma konusu oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü işkence iddialarını yalanlamakla kalmadı, gözaltında işkence ve çıplak arama yapıldığı iddialarını paylaşanlar hakkında suç duyurusunda bulunacağını açıkladı. Son olarak 1 Mayıs eylemlerinde gözaltına alınanların sokakta maruz kaldığı kolluk şiddeti gündem yarattı. Türkiye’nin işkenceyle imtihanını anlamak için Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu Üyesi adli tıp uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer’in kapısını çaldık.
İşkence nedir?
İşkence, resmi bir görevlinin veya devlete gayrı resmi bağı sivil kişilerin
herhangi bir insan üzerinde gerçekleştirildiği her türlü fiziksel, ruhsal
şiddet anlamına gelir. İşkence bir kişide meydana getirilen fiziksel veya
ruhsal travmaya bağlı olarak ortaya çıkan zarardır. Özgürlüğünden yoksun
bırakma altında bu eylemin gerçekleşmesi gerekir.
Hükümet programında “İşkenceye sıfır tolerans” söylemine yer veren AKP
iktidarı, nezarethane ve sorgu odalarındaki fiziksel şartları iyileştirmiş,
Türk Ceza Kanunu’nun 77. maddesinde düzenlenen işkence suçuna “Zamanaşımı
işlemez” ifadesini eklemişti. Bu söylem lafta mı kaldı?
Siyasi iktidarın en iyi başardığı şey kavramların içini boşaltmak. Türkiye'de
işkence hiçbir zaman ortadan kalkmadı. Her zaman siyasi iktidarın en yaygın
kullandığı şiddet biçimi olmaya devam etti. Belki kullanılan yöntemlerin
değişmesinden, mekanlarla ilgili farklılıklardan, işkencenin azaldığına dair
birtakım algılar oluşmuş olabilir.
Nasıl oluştu o algı?
İşkence ile ilgili sinemalara, romanlara konu olaylara baktığımız zaman daha
çok Filistin askısı, falaka, elektrik, cinsel tecavüz fiilleri insanların
kafasına işkence olarak yerleşti. Bir kısmıyla bugün pek karşılaşmıyor oluşumuz
işkencenin ortadan kalktığı, azaldığı algısına yol açabiliyor. Halbuki işkence
bir kişiye fiziksel ya da ruhsal zarar vererek ruhsal bütünlüğünü yıkmak,
devletin gücünü bireylerin üzerinde göstererek, onları korkutmak, baskı duygusu
oluşturmaktır. Esas olan şiddetin varlığı ve kullanılma şeklidir, niceliği değil.
Türkiye’de yaşananlara bakıldığında insanların gözaltı süreçlerinde yaşadıkları
ihlaller veya doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşam alanlarından çıkarılmayarak
günlerce susuz, elektriksiz, sağlık hizmetine ulaşmaksızın bırakıldıkları
koşullar bir bütün olarak işkence olarak tanımlanabilir. Adeta bu durumların
işkence olmadığı, güvenlik amacıyla gerçekleştirildiği algısına maruz
bırakılıyoruz. Dünyada son yıllarda böyle bir değişim de var. İktidarların
gerçekleştirdikleri bu tür eylemler işkence olarak tanımlanmamakta, adeta
devletin toplumu korumak için gerçekleştirmek zorunda olduğu eylemler gibi
savunuluyor. Devletlerin işkenceyle ilgili algıyı değiştirme konusunda yoğun
çaba gösterdiğini düşünebiliriz.
Bu çabanın başarılı olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet. Siyasi iktidarlar hakikat bükücülüğü konusunda gerçekten oldukça yol
aldı. Bu tür eğilimlerin güçlendiği, insan hakları kavramlarına, savunucularına
yönelik saldırıların arttığına dair çok sayıda veri var elimizde.
TİHV raporlarına göre, sokak ve açık alanlar artık birer işkence mekanı
haline geldi. Bu tespit ne anlama geliyor?
Yaklaşık 10 yıldır işkencenin daha çok insanların gözaltına alınma
süreçlerinde, basın açıklaması yaparken veya toplumsal muhalefet amacıyla bir
araya geldikleri yerlerde olduğunu gözlemeye başladık. Son zamanlarda
insanların en yoğun işkenceye maruz kaldıkları yerler sokaklar ve açık alanlar.
Akabinde işkencenin yalnızca sokakla sınırlı kalmadığını, araç içinde
yaşandığını, insanları dört duvar içine almadan önce işkence uygulamalarını
giderek artırdıklarını gözlüyoruz. Ve bunu “Orantılı şekilde müdahale
ediyoruz”, “İşkence değil” şeklinde anlatmaya gayret ettiklerini gözlemliyoruz.
O yüzden de insanlar tırnak içinde suçlu olarak nitelendirilen kişileri yakalaması
için polisin gösterdiği şiddeti olağan karşılamaya başladı.
Sokakların işkence mekanı haline gelmesi, “Bakın, karakollarımızda işkence
yok” söylemine de dayanak oluşturuyor mu?
Oluşturuyor ama yine de biz karakollarda işkencenin varlığına dair de bilgilere
ulaşıyoruz. İşkence, karakolda da azalmakla birlikte devam ediyor.
“İstanbul Protokolü” olarak bilinen, “Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer
Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde
Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Kılavuzu”nun uygulanmasında
ihlaller yaşanıyor mu?
Tabii ki. Türkiye'deki işkenceyle ilgili mevcut yasal düzenleme neredeyse kimi
hukukçuların deyimiyle insan hakları sözleşmesinden de kapsamlı bir çerçeveye
oturuyor. Ama uygulamaya baktığımız zaman farklı hadiselerle karşı karşıya
kalıyoruz. Devlet protokolü işkenceyle ilgili sorumluluklardan ve bu konunun
dile getirilmesinden hiçbir şekilde memnuniyet duymazken BM’nin işkencenin
önlenmesiyle ilgili kabul ettiği bu ilk protokole “İstanbul” adının
verilmesinden dolayı olağanüstü mutluluk duydu. Sonrasında ne oldu? İstanbul
Protokolü, çok güzel bir metin olarak kaldı. Uygulamada işkenceyle ilgili
hiçbir usulü hakkın tanınmadığını, sağlık değerlendirmelerinin yine eskisi gibi
yapılmaya zorlandığını, sağlık değerlendirmesi yapmaya çalışan hekimlerin
kendilerini baskı altında hissettiklerini, vermiş oldukları raporlar nedeniyle
soruşturmaya uğradıklarını söyleyebilirim.
İktidar kanadında “İstanbul Sözleşmesi” gibi “İstanbul Protokolü”nden de duyulan
bir rahatsızlık var mı sizce?
Tabii ki var. İşkence meselesi bütün dünyada çok kritik bir mesele hala çünkü
tek mutlak yasak olan eylem. Bilindiği gibi hiçbir devlet hiçbir koşulda
işkence fiiline başvuramaz. İnsan öldürebilir, hukuken bunla ilgili birtakım
meşru durumlar tanımlanmıştır. Ama işkence için böyle bir şey söz konusu değil.
Hiçbir istisnası yok. Ancak İstanbul Protokolü uygulamada yok sayıldığından
protokolden vazgeçilmesi tarzında talimata da gerek duyulmuyor olabilir.
İşkencenin “tek mutlak yasak eylem” olması konusundaki uluslararası
mutabakatın aşındığını düşünmüyor musunuz?
Bu yasak mutlak bir doğru olarak geçmişte daha çok içselleştiriliyordu. Şimdi
içeriğine tam anlamıyla insanlar, iktidarlar samimi olarak katılıyor mu
sorusuna “Tabii ki hayır” yanıtını vereceğim. Şiddet fiillerinin öteki olarak
nitelendirilen kişilere uygulanması dünyada giderek artan bir şekilde
destekleniyor. Geçmişte farklı ülkelerde yaşayan insanların işkence ile ilgili
yüzde 70'lerde gösterdiği tepkilerin son yıllarda yüzde 50’lere, hatta mülteci
meselesinin yoğunlaşmasıyla daha da aşağılara indiğini söyleyebiliriz.
Türkiye'de de yapılan kimi çalışmalarda özellikle işkencenin kendisine,
yakınlarına değil ama kendisi için öteki, düşman olarak nitelendirdiği kişilere
yapılmasında hiçbir sakınca görmeyebiliyorlar.
“Vatandaşın işkence yapılmasında sakınca görmemesi devletin elini
kolaylaştırıyor” diyebilir miyiz?
Tabii ki. Çünkü herhangi bir şiddet fiilini meşrulaştıran en önemli şey siyasi
iktidarın gücü değil, toplumun buna vermiş olduğu açık veya örtülü destektir.
Biz bugün işkence fiillerinin uygulanmasına hep birlikte itiraz etmiyorsak
siyasi iktidar da bunu kullanıyor. Kaldı ki fiili gerçekleştiren insanları
adalet önüne çıkartmıyor. Adalet önüne çıkan çok az sayıdaki sorumluyu da
cezasızlık mekanizmaları aracılığıyla ceza almaktan kurtarıyor. Bir de toplumun
işkenceyle ilgili kimi durumlarda vermiş olduğu örtük destek, işkenceyi
gündelik yaşamın ayrılmaz parçası haline getiriyor.
“Ters kelepçe
işkencedir”
Ters kelepçe uygulaması çok yaygın ve neredeyse normalleştirilen bir
uygulama. Mevzuattaki yeri nedir?
Mevzuatta ters kelepçeyle ilgili hiçbir düzenleme yok. Yalnızca emniyet iç
yazışmalarında ters kelepçeden söz ediyor ve kullanılması gerektiğine dair
ifadeler var. Yani hukuk dışı. Bunun altını niye çiziyorum? Eğer siz herhangi
bir araç kullanıyorsanız, onunla ilgili yasal düzenlemeye ihtiyacınız var.
Kelepçenin kişinin kaçma ihtimalini ortadan kaldırmak, kendisine ve başkasına
zarar vermesini engellemek amacıyla kullanılabileceğine dair bir düzenleme var.
Ancak kişi kelepçeli olarak uzun süre tutulduğu zaman o el ve bileklerde ciltte
sıyrıklara, küçük kanamalara ve sinir hasarlarına yol açabiliyor. Ters
kelepçede ise vücut normal anatomik pozisyondan uzaklaştırılıyor. TİHV’e
yapılan başvurularda ters kelepçe sonrası ortaya çıkan tıbbi durumları,
zararları ve son yıllarda ne sıklıkta kullanıldığını araştırmak amacıyla bir
çalışma gerçekleştirdik. Ulaştığımız bilimsel verileri Adli Bilimler
Kongresi'nde paylaştık. Bulgularımızı İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT)
ilettik. Komite geçen Temmuz’da Türkiye’ye bazı önerilerde bulundu. Bir tanesi
ters kelepçenin kullanılmaması. Ters kelepçe yalnızca fiziksel hasara yol
açtığı için değil, insanları aşağılamak, onurlarını kırmak, kişiyi suçlu
şekilde etiketlemek için de kullanılıyor. Ulaştığımız sonuçlardan sonra net
kurduğumuz bir cümle var: Ters kelepçe işkencedir.
Barışçıl protesto eyleminde bulunan bazı vatandaşlara onlarca polis
memurunun müdahale ettiğine, kimisinin polis aracına götürülmeden ensesine
bastırılarak gözaltına alındığına şahit oluyoruz. Bu yöntemlere neden ihtiyaç
duyulur?
Devletin pratiklerine baktığımız zaman şiddetin kimi zaman toplumu sindirmek
için de kullanıldığını, bu durumun bir anlamda pornografisinin de yapıldığını
söylemek mümkün. Olağanüstü koşullarda bunlarla sıkça karşılaşıyoruz. Gözaltına
alınan, işkenceye maruz kalan insanlarla ilgili fotoğraflar basına servis
ediliyor. Toplum üzerinde baskı oluşturmak için böyle bir fotoğrafı kullandığınız
zaman herhangi bir insan hakkını talep etmek için sokağa çıkmaktan
çekinebiliyor. Bu da uygulanan şiddetin tam da iktidarın istediği amaca hizmet
ettiğini gösteriyor. Enseye yapılan müdahalelere gelirsek… Polis eğitimlerinde
toplumsal gösteriye nasıl müdahale edileceği, nelere dikkat edileceği
öğretilirken bir insana mümkün olduğu kadar az zarar vermenin yolları da
söylenir ya da söylenmesi gerekir. Oysa boğaza, enseye yönelik herhangi bir
baskıda buradaki kemiklerin kırılabileceğini, solunum yolunun kapanabileceğini,
ölüme dahi yol açabileceğini sağlıkçı olarak çok iyi biliyoruz. Eğer eğitim
sırasında kolluğa bu bilgi verilmiyor, bu uyarı yapılmıyorsa bu bir
eksikliktir, verilip de yapılıyorsa bu ise başka tür bir durumdur. Kolluğun
müdahalelerinin her zaman orantılı olması beklenir.
Polis müdahalelerine neye göre “orantılı” ya da “orantısız” denilir?
Fakültedeki eğitimler sırasında Gezi protestolarıyla ilgili çok sevdiğim bir
fotoğrafı kullanıyordum. Bir gencin gece vakti elinde bir gitar var ve
karşısında da bütün cüssesiyle bir TOMA duruyor. “Bu kişide orantılı olarak
kullanılacak şiddet ne olabilir” sorusu için esprili olarak, “Karşısına
elektrosazla çıkabilir” tarzında bir değerlendirme yapıyordum. Baktığınız zaman
kişinin elinde silah yok. Barışçıl bir protesto eylemi gerçekleştiriyor.
Hakkında illa ki bir işlem yapacaksanız tutanak tutar ve yargıya başvurursunuz.
Orantı budur. Burada hemen üzerine biber gazı veya TOMA’lardan su sıkmak,
coplarla saldırmak orantılı değil.
Yetkililer tarafından inkar edilse de Saraçhane eylemleri sonrası yeniden
gündeme gelen bir diğer konu, “çıplak arama” oldu. Yasada açık bir madde yok
ama uygulaması var.
Gözaltına alındığımda kendime ya da başkasına zarar vermemi engellemek için dış
araması gerçekleştirebilirsiniz. Kolluğun gerçekleştirebileceği dış aramadır.
Bunu yaparken de utanmamamı sağlayacak şekilde hareket edersiniz. Diyelim
mahrem bölgelerimizde bir şeyler sakladığımıza dair düşünceniz var. O zaman bu
aramayı siz yapamazsınız. Çünkü mevzuat muayenenin tıp uzmanları tarafından
gerçekleştirileceğini söylüyor. Siz bir kişinin giysilerini tamamen
çıkarttığınız zaman neyi göreceksiniz? Nasıl değerlendireceksiniz?
Değerlendirecek kişi eğer bir sağlık çalışanı değilse eğitim almadığı ve yasal
olarak da herhangi bir hakkı olmadığından bu aramayı yapmaması gerekir. Bu
durum hapishanelerde de sıkça yaşanıyor. Hiçbir zaman yalnız bırakmadığınız,
başka hiçbir kişiyle temas ettirmediğiniz insana hapishaneden çıkarken de
çıplak arama yapıyorsunuz, girerken de… Amacı ne? Orantılı mı? Gerekli mi?
Bunların hiçbirine evet yanıtını vermek mümkün değil.
Ankara Valiliği geçtiğimiz günlerde işkenceyle gözaltına alınan gencin
basına yansıyan görüntüleri üzerine, kişinin “kadın” değil “erkek” olduğu
yönünde bir açıklama yaptı ve polisin muamelesine dair tek kelime etmedi. Siz o
açıklamayı okuduğunuzda ne düşündünüz?
Siyasi iktidarın yalnızca şiddeti meşrulaştırmak için değil, nefret dilini de
bu fiile gerekçe olarak kullanması ve bununla toplumu ikna edebileceğini
düşünmesi beni rahatsız etti. Çünkü bu açıkça LGBTİ’lere yönelik bir nefret
söylemidir. Ve bununla ilgili olarak mutlaka sorumlular hakkında gerekli
incelemeler yapılmalıdır. Ama ne yazık ki bugüne kadar nefret söylemini
kullanan insanların açıklamaları kimi kesimlerce adeta sahiplenilerek
savunuldu. Bunların LGBTİ ifadesinin kullanılmasının dahi suç haline
getirilmesine yönelik hazırlıklara zemin oluşturduğunu düşünüyorum.
İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi tarafından Saraçhane eylemleri sonrası
hazırlanan raporda, “Görüşülen kadınların bir kısmı saçlarından sürüklenerek
gözaltına alındıklarını bildirmiş ve bir kısmında gözle görülebilir saç
kopuklukları tespit edilmiştir” deniyor ve saçtan sürüklemenin sembolik bir
şiddet biçimi olduğundan bahsediliyor. En yaygın cinsiyet temelli şiddet
biçimleri hangileri?
Küfür çok yaygın. İnsanlara cinsiyetçi küfürlerin edilmesi toplumda olağanmış
gibi yorumlanabiliyor. Cinsel şiddet bütün literatürde herhangi bir söz, bakış
ile başlar ve sonra en ağır eylemlere kadar geniş bir çerçevede yaşanan fiiller
olarak nitelendirilir. Tüm bu eylemlerle farklı düzeyde karşılaştığımız
söyleyebilirim. Saç çekmeye baktığımız zaman o görüntünün insanların aklına
hemen geçmişteki Türk filmleri ya da mitolojik kahramanlarla ilgili çizimlerdeki
görüntüleri getirdiğini düşünüyorum. Bir olay sonrasında kadınlar bir mal bir
ganimet gibi toplanıp saçlarından sürüklenerek taşınıyorlar. Bu görüntüler
tarihi yazan erkek egemenlerin yaratmış olduğu fotografik görüntüler. Bugün de
yaşadığımız şiddet ikliminin erkek egemen ideolojiyle yakın ilişkilerini
birlikte düşündüğümüzde mevcut uygulamanın tam da bu ideolojinin devamını
besleyen bir argüman olduğu aşikar. En kötüsü de bu tür görüntülerin siyasi
iktidarlarca savunulması. Hatırlarsanız geçmişte bir polisin ölümüyle
sonuçlanan olay sonrasında çöp poşetiyle sokaklarda yürütülen, hayvan taşıma
aracına konan bir insan vardı. Bu hadise başlı başına işkence. Hiçbir fiske
vurmamış olabilirsiniz ama yapılan tamamen aşağılamaya, kişinin onurunu kırmaya
yönelik bir yaklaşım.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, polis memurları hakkında soruşturma açıldığı
iddiaları için “Alçakça bir yalandır” demişti.
Normal bir hukuk sisteminde soruşturma açılmasını beklersiniz. Aksine fiilin
asla soruşturulmayacağı ilan ediliyor. İşte tam da burada o hakikat
bükücülüğüyle karşı karşıya kalıyorsunuz. “İnsan haklarını savunuyoruz”
diyorlar. Oysa savunulanlar işkence fiilleri. Kavramların içini boşaltma,
değiştirme, dönüştürme ve algınızla alay etme konusunda mevcut iktidarların gerçekten
çok yetkinleşmiş olduğunu düşünmeye başladık. Yine de insan hakları temelli bir
adaletin mümkün olduğunu biliyoruz.
Agos
TÜRKIYE