Türkçe | Kurdî    yazarlar
Diyanet Eliyle Modern Bid’at Üretimi, İyilik Yarışması ve Umre Ödülü

2025-07-30

İlke olarak şahsi ibadetlerde ikinci kişilerin katkısı olmaz, ibadete ortak kabul edilmez. Öyle ki bazı fıkıh kitaplarında “abdest alırken suyu başkasına döktürmek caiz değildir” kaydı vardır. Durum böyle iken Diyanet İşleri Başkanı tarafından ibadetlerin, iyiliklerin yarışma konusu haline getirilmesi hakkındaki açıklamaları bizi hayrete düşürmüştür.

KÂMİL YEŞİL

Mehmet Görmez Hoca’nın hâlâ sosyal medyada dinlenip izlenebilen bir kaydına göre, Görmez, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı iken hac işlerinden sorumlu biri olarak Sezai Karakoç’u hacca götürme teklifinde bulunur. Görmez’in Sezai Karakoç’u hacca götürmek istemesinin sebebi; haccın manevi, derinlikli, metafizik tarafının Samanyolunda Ziyafet kitabının yazarı Karakoç tarafından yazılabileceğini düşünmesidir. Çünkü hacı adaylarına verilen kitabın prospektüs gibi hiçbir derinliği yoktur. Görmez, Karakoç’a Kâbe’nin, tavafın, Mina’nın, Müzdelife’nin, Arafat’ın, Kurban’ın hikmetlerini anlatan bir Hac Rehberi yazdırmak istemektedir.

Bu düşünce ile Karakoç’a “Efendim, bu sene sizi hacca götürsek” der. Sezai Bey hiç düşünmeden “Hac bana farz değil” diye cevap verir.

“Olsun efendim, nafile olur” cevabına, “Farz varken nafile yapılmaz” diye mukabelede bulunur. “Efendim farz derken neyi kastediyorsunuz” diye sorar. “İslam ümmetini birleştirmek. Onu yapalım, ondan sonra düşünürüz” şeklinde cevap verir. Biraz daha ısrar edince: “Bizim topraklara pasaportla gitmeyi düşünmem” der Sezai Karakoç.

Başka paylaşımlarda Görmez’in “Hac’da, Arafat Manifestosu yazarsınız belki” sözüne karşı Karakoç’un, “Arafat’ta manifesto yazılmaz vakfeye durulur” cevabı var.     

Bu hususa dair birkaç söz söylemek gerekiyor. Öncelikle Görmez’in iyi niyetle hareket ettiğini teslim etmeliyiz. Ancak iyi niyet yetmiyor. Çünkü Mehmet Görmez de bilir ki hac mali bir ibadettir. Dinen zengin olanlara farzdır. Maddi durum, güvenlik ve sıhhi şartları varsa kişi hac ibadetinden sorumludur. Bu şartlara gücü yetmeyenler hac ibadetinden sorumlu değildir.

Görmez, bu şartları taşımayan bir kişiye destek vererek Diyanet’i hac ibadetine ortak haline getirmiş olmuyor mu? Dinimiz İslam bu konuda ne diyor? Çünkü bu yeni bir hüküm ihdas etmek gibi bir şey. Görmez’in niyetini dışta tutarak söylüyorum; eğer Sezai Karakoç bu teklifi kabul etseydi; Başkan Yardımcısı Görmez’in tavassutuyla gittiğinden öncelikle Görmez’e bir pay çıkarılacak idi bu ibadetten. Bir kişinin ibadetinden hem resmî bir kuruma hem de buna vasıta olan Görmez’e bir hisse verilmesinin hükmünü bilmemiz gerek.

Bu teklifte hac yaptırmak karşılığında bir beklenti var. Sezai Bey teklifi kabul etseydi bu beklenti (borç) ile muhatap olacaktı. Karakoç’tan ima ve ihsas ile istenen Hac Rehberi/Hac Manifestosu belki kendisinden daha açık bir lisanla istenecekti. Karakoç kendini böyle bir minnet altında hissedecek, kendiliğinden, içe doğuş ile yazılabilecek bir eseri zoraki yazmak hissi altında kalacaktı, yazılan eser “beklenen” eser olmayabilecekti. O zaman Karakoç’un hem şahsiyeti hem kalemi yara alacaktı. “Milletin parasıyla hacca gitti, eline geçen ilk fırsatta devlet imkânlarına kucak açtı” gibi sözler Karakoç öldükten sonra da onu takip edecekti. Yine de en tesirli ve metafizik boyutlu hac kitabın Sezai Karakoç tarafından yazılabileceğinin teslim edilmesinin altını çiziyorum.

Görmez bu teşebbüsü ile “ibadet hediye etmek, ibadete ortak olmak” gibi yeni bir şey icat etmiş oldu mu olmadı mı diye soruyorum.

Laf açılmışken sormadan geçmeyelim. Diyanet İşleri Başkanlığı hacı adaylarına hâlâ prospektüs cinsinden el kitapları mı veriyor? Okuduğumuz kadarıyla Mehmet Görmez’in sözünü ettiği Hac hakkında yazılabilecek en derinlikli kitap Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri tarafından yazılmıştır. Sezai Karakoç yazsa idi bu kitabı aşamazdı yazacaklarıyla. Diyanet’e hatırlatmış olalım. Kâbe, Tavaf, Mina, Kurban, Arafat, Vakfe hakkında İbn-i Arabi’nin sözlerini özetleyerek sadece hacı adaylarına değil, hac rehberlerine, vaiz ve müftülere de okutunuz, hac ve kurban konulu vaazlarda İbn-i Arabi’den yararlanınız.   

İbadetin Yarışma Konusu Olması

Makalemizin başlığı ve esas konusu ile bağ kuracak olursak şöyle diyebiliriz:

İlke olarak şahsi ibadetlerde ikinci kişilerin katkısı olmaz, ibadete ortak kabul edilmez. Öyle ki bazı fıkıh kitaplarında “abdest alırken suyu başkasına döktürmek caiz değildir” kaydı vardır. Durum böyle iken Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, ibadetlerin, iyiliklerin yarışma konusu haline getirilmesi hakkındaki açıklamaları bizi hayrete düşürmüştür. Yarışmayı kazananlara ödül olarak Umre’ye götürmenin vadedilmesi de başka bir hayret konumuz olmuştur. Basında ve sosyal medyada yer aldığına göre Diyanet İşleri Başkanı Erbaş: “Okullarda iyilik yapma yarışmaları düzenlensin”  açıklaması yapmıştır. Habere hâlâ ulaşmak mümkün.

Bu açıklama muvacehesinde Başkanlık’ın Millî Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sivil toplum kuruluşları işbirliğinde 13-20 Mart tarihleri arasını her yıl düzenli bir şekilde ‘İyilik Haftası’ olarak kutlama çalışmaları var.

Vaazlarda, hutbelerde, TV ve radyo programlarında, panel ve konferanslarda iyilik konusunun işlenmesinde hiçbir sakınca yok. Ancak Diyanet’in bu fetvasına dayanarak iyiliği okullarda yarışma konusu haline getirmekte büyük sakıncalar var. ‘Siz iyilik yapın, biz yaptığınız iyilikleri karşılaştıralım, en iyisini seçip ödüllendirelim’ anlayışı hangi İslami ilkeye uymaktadır? Öğrencilere ahlak olarak kazandırılması gereken bir davranışın yarışmaya konu olması ve ödül olarak Umre vadedilmesi, ibadetin yarışmaya bulaşması olarak tarihe geçmiştir.

Bu gidiş, ödül almadan, ödülün büyüklüğünü duymadan iyilik yapmak istemeyen, istemeyecek olan nesillerle tanışmaya gidiştir. Kutsalın nelere konu edildiği kimsenin umurunda değil mi? Bütün öğrencileri esir alan kazanmak duygusunun iyiliğe kadar uzanmasından dehşet duymamız gerekir. Böyle giderse iyiliğe karış hemen şimdi, bu dünyada, peşin ve yaptıklarına karşılık hesaba gelmez ödüller bekleyen yeni bir insan tipimiz olacak. Oysa iyilikte önemli olan miktar değildir. İyiliğin en önemli şartı ihlastır. İhlas ise sadece Allah için olmayı gerektirir. Rabiatül Adcviyye’nin sözünde gizlidir ihlas: “Ya Rabbi, ibadeti cennet ümidiyle yapıyorsam beni cennetine koyma, cehennem korkusu ile yapıyorsam beni ateşe at.” Bu hal, Yunus Emre’de “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri /  İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni” şeklinde ifadesini bulmuştur. Öğrencilerimizi Sufi olarak yetiştiremeyiz, Sufi ahlakı da aşılayamayız belki; ama iyilik yapmak için önce ödülün büyüklüğüne bakan sonra da rakipleri eleyip saf dışı bırakarak kazanmak övüncü ile dolaşan insanlar haline getirmekten onları koruyabiliriz. Bu gurur sadece yarışmaya katılan kişi ile sınırlı kalmaz bütün aileye sirayet eder.

Bu itirazlarımıza ve tenkitlerimize karşı, ilgililerin (Mü’minûn/61’inci Ayet) “İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!” (Fâtır/32’nci Ayet) “Sonra o kitaba kullarımızdan seçtiklerimizi mirasçı yaptık. Onlardan kimi vardır, kendi kendine zulmeder. Kimi vardır, dengelidir, orta yolu tutar. Kimi de vardır, Allah’ın izniyle her türlü hayırlı işlerde önde koşar. İşte en büyük lütuf budur” gibi ayetleri delil olarak getireceklerinin farkındayım. Hatta böyle yarışmalar düzenleyerek ayetlerin emrini yerine getirdikleri, fıkhın bu tür etkinliklere cevaz verdiği de söylenebilir. Hayır, itirazımız fıkha değildir; fıkhın murad-ı ilahiden uzaklaştırılmasınadır.

Öyle anlaşılıyor ki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ve ibadetleri yarışma konusu haline getirenler iyilikte acele etmeyi, yönü ve niyeti hep iyiliğe doğru tutmayı, iyiliğe gönülden koşmayı emir ve tavsiye eden ayetleri müsabaka düzenleyiniz, insanları yarıştırınız şeklinde anlıyor.

Bildiğimiz kadarıyla ayetlerdeki koşunuz, önde tutunuz, bu hususta acele ediniz emri yarışınız, müsabaka düzenleyiniz anlamında değildir; nefsinizle, size cimrilik vesvesesi veren, fakirlikle korkutan Şeytan’a karşı kendinizle yarışın demektir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “geleneksel” hale getirdiği “Uluslararası İyilik Ödülleri”nin geri planında da bu ayetlerin ve hadislerin olduğunu söyleyebiliriz.

Öyle anlaşılıyor ki Diyanet, Hazret-i Ömer’in -ra- kendi kendisiyle hesaplaşmasını ve Hz. Ebubekir hakkındaki şahitliğini bir müsabaka olarak yorumluyor. Hz. Ömer şöyle anlatıyor:

“Rasûlullah -sav- bize tasaddukta bulunmamızı emretmişti. O günlerde malım da vardı. Kendi kendime, ‘Ebû Bekir’i geçersem ancak bugün geçebilirim’ dedim ve malımın yarısını getirip Peygamber Efendimiz’e verdim. Allah Rasûlü sav: ‘Ailene ne bıraktın?’ buyurdu. ‘Şu getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Hazret-i Ebû Bekir de elinde bulunan malın tamamını alıp getirdi. Rasûlullah sav ‘Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!’ cevabını verdi. İşte o zaman kendi kendime ‘Vallahi Ebubekir’i hiçbir hususta geçemem’ dedim.”

Dikkat ediniz, Hz. Peygamber bir müsabaka düzenlemiş değildir. Bu, Ömer’in kendi nefsi ile yarışmasıdır. Eğer bunu itiraf etmeseydi kimse Hz. Ömer’in Hz. Ebubekir ile kendini mukayese ettiğini (yarıştığını değil) bilemezdi.

“Sağ elin verdiğini sol el duymasın” hassasiyetinin yerine “iyi insan, iyiliksever iş insanı” gibi nefsani ve şeytani duyguları çağıran bu etkinliklerin ne kadar iyilik olduğu, bahse konu kişilere iyilik mi yoksa kötülük mü yaptığımız hususu tekrar ele alınmalıdır. Bu tür faaliyetleri “iyilik ödülü” değil; “toplumsal sorumluluk ödülü” vs. olarak değerlendirmekte yarar var.

Hele hele başlı başına bir ibadet olan Umre’nin ödül olarak verilmesi üzerinde ayrıca durulmalıdır. Çünkü okulların tatile girdiği dönemlerde bu tür faaliyetler çoğalmaktadır.

Toplum zaten gösteri (show) toplumu haline geldi. Takvanın yerine algı yerleşti. Her şey araçsallaştı. Öğrencilerimiz anaokulundan itibaren yarışıyor. Bütün dersler (bilgiler) yarışmanın malzemesi (vasıtası) haline geldi. Bırakalım yarışma dışı, yarışmaya konu olmayan, kirlenmemiş saha kalsın; o da dinimiz, ahlakımız olsun.  

Özetle dinimizi, insanlarımızı ihlasa engel, görsünler ve duysunlara (riya ve süm’a) sonuna kadar açık, insana gurur veren, diğerlerine (rakiplerine) karşı üstünlük duygusu hissettiren her eylem ve sözden korumamız gerekir. Dindarlık hafızlık yarışmalarında değildir. “Kur’an-ı Kerim’i okurken sesinizi güzelleştiriniz”  hadisi, hafızları TV’lerde yarıştırınız anlamına gelmez.

Gençlerimize “müellefetül kulûb”  muamelesi yapmamalıyız. Yani öğrencilerimiz öncelikle ihlası öğrenmeli ve ahlaki tavır olarak ihlası önemsemelidirler. Gençlerimizi hiçbir karşılık beklemeden iyilik yapma ahlakına kavuşturmak için; ibadetleri peşin, hemen şimdi ve büyük ödül karşılığında yapılan bir eylem olmaktan çıkarmalıyız. Diyanet’e hatırlatmış olalım. Bizim tarihimiz isimsiz kahramanların, meçhul askerlerin tarihidir. Görünmek, meşhur olmak tuzağına karşı gençlerimize örneğimiz “Şehre koşarak gelen adam” ve adı sanı bilinmeyen, Hz. Musa’nın yol arkadaşı (feta) olmalıdır.

Yarış sadece kendini önemser, kazanmayı amaçlar, hatta kazanmak için bütün yolları mübah görür. İyilik yapalım derken kötülük yapmak işte budur.

Velhasıl din ve dindarlık ile müsabaka bir araya gelmez. Biz de getirmeyelim.

Perspektif

YAŞAM