2025-09-15
Dersim dört mezar üstünde, üçü bir taşın altında Nırvart, Gülüzar, Fehice ve biri de bir ağacın dibinde isimsiz bir Ermeni genci.
Vartan Halıs Yıldırım
Kim “bunca kötülük unutulur” derse yanılmaktadır: Belki insan unutur; ama o zaman da hava unutmaz, su, toprak, dağlar, rüzgâr, kentler unutmaz. “Evvelden olanların çoğu yok oldu; zira onu yâd edenler artık hayatta değil” diyenler olsa da yanılmaktadırlar.
Duyana, görene, yaşayana, cebinde geçmişin hayaletlerini taşıyana selam olsun. “Ermeni Deresinde üç kadın: Nıvart, Gülüzar ve Fehice” adlı AGOS röportajında Delil Xıdır, hem Nıvart klamının hikâyesini anlattı, hem de askerlerin öldürdüğü bu üç kadını hatırlattı bizlere. Zamanaşımı olmayacak bu suçun adaletini bekleyenler elbette var. 1915 ve 38 ölenlerinin şahidesi olmadı hiç bir zaman, o hiç zamandan bazılarımız hiç çıkamadı.
Ülkenin dağlarında, mezarlarında, duvar diplerinde, neredeyse Ermeni ayağının değdiği her yerde artık bir kazma izi var. Bir gün, İstanbul’dan gelen telgraflarla yaşamdan koparılan insanların geride bıraktıklarını varsaydıkları şeylerin peşine düştüler. Yerlerinden sürerken, yolda ve öldürürken aldıkları yetmedi; aynı gasp ruhunu bedeninde taşıyanlar hâlâ kazmalarla Ermenilerin peşinde geziyor—kâh Dersim dağlarında kâh mezarlıkların gölgesinde, kadim topraklarda. “Soykırım olmadı” denilen yerlerin topraklarında, dağlarında insanlar o günden bu yana sürekli ölülerin altınlarını aramakta; birbirinin üstüne basarak, gece karanlığını bekleyerek, rakı masalarında bu hikâyelerini anlatarak.
Devlet ne anlatırsa anlatsın, gaspçı, defineci hâlâ biliyor onu; soykırımdan belki de bir gün kendisinin de faydalanabileceğini düşünüyor, elinde kazması ve son model metal arama aletiyle.
Unutmanın coğrafyası:
Ülkenin onca yeri varken, gidip iki dağ arası bir dereye “Ermeni Deresi” denilir; Hozat’ın insanları bilir ki burada 1915’te Ermeniler öldürülmüştür. Birçok şehrin, kasabanın ve köyün adı Ermenicedir. 1915 sonrasında ise bu isimlendirmeler bitti; artık kuytu köşelere, gözlerden uzak derelere “Ermeni” ismi verildi. Nırvart’ın hikâyesinde, “dil nedir, ne anlatır”a dair kederli bir yolculuk var. Delil Xıdır ile yaptığım röportajda “Ermeni Deresi” dendiğinde, neden bu yeni adlandırmalardan ürkmemiz gerektiğini, ne yazık ki, tekrar hatırlıyoruz.
Havaya ölülerin kokusu sindi, ihanet yapıştı nefeslere, hava da değişti. Üç genç kadın, Nıvart, Gülüzar ve Fecihe, bir taşın altında isimsiz yatmaktalar. Bedenlerinde aldıkları darbeler ve kurşunlardan başka bir şeyleri olmayanlar bu üç kadın, duyuldu ya onların kaderi, ganimetci kürekle mezarı ve çevresini eşelemeye başladı bile.
Delil Xıdır, Nırvart’la ilgili anlattıklarına şu hikâyeyi de ekledi: “Almanya’da bir grup insanın bulunduğu bir evde, sanatçı Aram Tigran’ın eşi Sirvart Melikyan bana, ‘Biliyor musun, biz de Hozatlıyız,’ dedi. ‘Biz oradan gitmek zorunda kaldık. Amcam bir gün oğluna, “Bizim köyümüz şudur; orada şöyle bir ağaç var. O ağacın altında sakladıklarımız var. Orada çok iyi bir aile var; git onlarla konuş, sakladıklarımızın yarısını da onlara ver. Sonra çabuk gel” dedi.
Aradan aylar geçti; oğlan geri gelmeyince amcam da yanına birkaç kişiyi alarak gizlice gitti. Ağacın oraya varmayı başardılar; açıp baktılar ki sakladıkları yoktu—oğlu oraya gömülmüştü.’ Ben de bu ailenin kim olduğunu öğrenmek istedim. ‘İsimlerini asla söylemem; benimle gidecek,’ dedi bana.” Ermeni sohbetlerinin bir noktasından sonra, bu bazen en başında, bazen en sonunda, bazen de ortasında, bazen beklersin, bazen hiç beklemezsin, ailenin yokoluş hikâyesini dinlersin. Belki de Ermenilik günümüzde nedir diye sorsan, bu hikâyenin gerçekliğidir.
Toplumsal normlarımız, hayal ettiğimizle ve iddia ettiklerimizle pek az ilgilidir. Mesela dağları taşları “define” diye arayanları ayıplamayız; “Acaba buldu mu, bize söylemiyor” deriz; “zavallı adam boş bir hedefin peşine düştü” denir ama ayıplanmaz. Mezarlık önünden geçerken susan insanlar, mezarlıkları talan edenleri anlayışla karşılar; ayıplamaz, en fazla hayıflanır. Kaç kişi boynunu eğmiştir 8 Eylül sabahı İstanbul’da doğan güneş karşısında; kaçı çevresinde dışlanmıştır; kaçının arkadaşı “keşke yapmasaydın” demiştir? Cevap malum. Ganimetçilik bu topraklarda hegemoniktir. Ailesinden birinin define aradığı için ya da 6–7 Eylül’e katıldığı için dışlanan kaç kişi duydunuz? Devletin muhalif gördüğü bir kitleye kötü davrandığı için ceza alan herhangi bir devlet bürokratı veya askeri var mı? Hangi zengin, Ermeni, Rum ve Yahudi mallarını gasp ettiği için ayıplandı ki? Bu egemenlerin sisteminde, onların düşüncelerinin tahakkümü altında olduğumuzu unutmamak gerekir.
Daha fazla ve daha iyi anlat!!!
Böylesi bir tahakkümde iktidar zihniyeti, dediklerimizi, anlattıklarımızı, yazdıklarımızı görmez, duymaz, algılamaz; hissetmez—bahaneler üretip geçiştirir. Bu baskı altında elimizdeki anlatılar bağlantısız ve önemsiz sayılır; anlatacak ortamları yoktur. Aksi olsaydı, zaten başka bir ortamda olurduk. Kitaplar yapılanların şahitliğiyle dolu; sadece okumak yetseydi, şu anki literatür fazlasıyla yeterdi. İnsanlarla bilgi arasında toplumsal güçler var.
Biz ölülerimizden bahsettiğimizde, karşımızdakiler “Ölüleri bırakın, kendi ölülerini kendileri gömsün” diyen birer İsa’ya dönüşüyor. Bu sinik tutum, sömürgeci Efendi tutumudur. Bu yüzden yalnızca anlatmak yetmez; hatırlatmak ve anlaşılmasını sağlamak gerekir. Gerekirse uzun soluklu yürüyüşlerle, gerekirse bir yaprağın daldan yere düşüşünden daha kısa anlarda ilerlemek gerekir; çünkü gerçeği bir bakışta anlayabilseydik, bilime, edebiyata, felsefeye gerek kalmazdı; her şeyi hemen anlardık.
Asker postalları, tank izleri, yasalar, resmî tarih tezleri, linçler ve değersizleştirmeler inkâr siyasetinde hizaya gelir. Nasıl yeryüzünde duran her şeyin ve her canlının üzerinde yerçekimi varsa, toplum üzerinde de bir hegemonya vardır. Bu tahakküm, neye ve nasıl inanacağımızı belirlemek için vardır. Egemen sınıfın düşünceleri, her dönemde egemen düşüncelerdir; yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun egemen düşünsel gücüdür. Bunlara hazırlıksız olanların, bu egemen düşünceden kopabilmesi ne kadar mümkündür? Egemen olmak, çoğunluk olmak anlamına gelmez. Padişahlar da krallar da tekti ve tüm ülkeye kendi kutsallıklarını kabul ettirdiler. Şu kısacık modern insanlık tarihi, kraldan çok, krala ihtiyacı olanların tahakkümüyle geçti. “Yüzde bir” dediklerimizin yardımcıları, sevdalıları, suç ortakları ve bürokratları devletin sopalı gücüyle karşımıza çıkıyorlar. Yani bu toplumsal çekim gücünün çekirdeği, bir avuç zengin ile devletin silahlı–silahsız bürokrasisidir. Saçma düşüncelerin mistik güçleri buralardan beslenir.
Suçun işlevi ve ganimet
Kapitalizmde suç üzerinden zenginleşmek oldukça olağandır. Marx, “Sermaye tepeden tırnağa, tüm gözeneklerinden kan ve kir damlayarak dünyaya gelir” der. Bunun yanı sıra, Hoş Cinayet kitabında belirttiği üzere Ernest Mandel’e göre örgütlü suç, 1920’ler–30’larda kârları meşru dolaşıma sokmakta bir “yatırım sorunu” yaşadı; 1940’lar–50’lerde uyuşturucuyla patlayan kârlar bu zorunluluğu kritik hâle getirdi.
Para, önce hazır giyim ve eğlence sektörlerinden başlayıp bankacılığa, spekülasyona ve tarım-sanayiye yayıldı; Bretton Woods’un çöküşü dalgayı büyüttü ve 1982’de Meyer Lansky (1902–1983; “mafyanın muhasebecisi” diye bilinen ABD’li suç örgütü finansçısı) gibi isimler Forbes listelerinde “meşru” zenginler arasında anılır oldu.
Böylesi dönüşümler herkese nasip olmaz; herkes bir şekilde küçük başlar ama büyük bitirmek yalnızca birkaçının işidir. Bunların arasına, çıkarı için yoksul yaşayıp da kendini zengin zannedenleri de eklemek gerekir. Suçun basamaklarının en altındadırlar. Linç kitlesinin en alt tabakasıdır; sopasıyla kahvede, bıçağıyla evinde hazır bekler—Madımak’ta, 6–7 Eylül’de. Bir kürk alsa ona yeter; üstelik kürkünü aldığı, kendinden biri bile değildir; gönlü de rahattır, kısa günün kârıdır. Lümpenlik budur.
Herkesin en zengin olamadığı dünyada, bazıları da bu iğrenç dünyanın büyük hayallerini kurarlar. Bir haber var ortalıklarda: “Sosyal medya üzerinden tetikçi ve kiralık katil arayan hesaplar, yaralama için 250 bin TL, cinayet için 4 milyon TL talep ediyor ve ödeme seçeneklerinde taksit sunuyor.’’ Serbest piyasa ekonomisinde ganimet, gasp, cinayet ve zenginlik arasında gidip gelenlerin dünyasında son durum bu.
Cumhuriyet döneminde, belki de en çok Ermeni’nin öldüğü katliam Dersim38’dir. 1915’te bir şekilde hayatta kalabilmiş Ermeniler, Dersim’de yaşamaya devam etmişti. Bu bir şekil hayatta kalabilmek, oradaki insanların yardımları, saklamaları ve coğrafyanın uygunluğuyla olabilmiştir.
Dersim38’de hayatını kaybeden insanların isimlerini ve hikâyelerini hala toplumsal hafızada bilmiyoruz. Sayıları bilemeyeceğimiz kadar çok olan bu insanlar, adlarının hatırlanmasını bekliyor, bazıları da mezarlıklarının yerinin söylenmesini, Seyit Rıza gibi. 1915 ve 38 sonrası ne insan ne hava, ne, su, toprak, dağ, rüzgâr, kent bir daha aynı oldu. Değiştiler, zaman kırıldı.
Dersim dört mezar üstünde, üçü bir taşın altında Nırvart, Gülüzar, Fehice ve biri de bir ağacın dibinde isimsiz bir Ermeni genci.
Bianet
YAŞAM