

2025-12-31
2025’te Türkiye’de ve dünyada LGBTİ+ olmak
Tuğçe Yılmaz
Yıl boyunca kamusal alanda ısrarla “beliren” LGBTİ+’lar, yalnızca kendileri için değil, başkalarıyla birlikte yaşanabilir bir dünya talebiyle de konuştu.
Hak mücadeleleri çoğu zaman doğrusal ilerlemez. Tarih, eşitlik taleplerinin kesintisiz bir yükselişten çok, geri dönüşlerle, kırılmalarla ve ani sertleşmelerle şekillendiğini gösterir. LGBTİ+ hakları da bu açıdan istisna değil.
2025 yılı, hem Türkiye’de hem de dünyada, söz konusu kırılmalı seyri açık biçimde görünür kılan bir eşik olarak geride kaldı. Bir yanda devletlerin güvenlik, genel ahlâk ve “toplumsal düzen” söylemleri altında hak alanlarını daraltma girişimleri, diğer yanda bu daralmaya karşı direnen, kendini yeniden kuran ve çoğu zaman yalnızlaştırılan bir mücadele hattı vardı.
Bu yıl, LGBTİ+ varoluşun yalnızca hukuki bir statü ya da kimlik meselesi değil, aynı zamanda kamusal alanın kimlere ait olduğu, kimin “meşru” sayıldığı ve kimin sürekli sınır dışına itildiği sorularıyla doğrudan bağlantılı olduğunu bir kez daha hatırlattı.
2025, hakların kâğıt üzerinde tanınıp tanınmamasından çok, yaşanabilirlik meselesinin tartışıldığı bir yıl oldu.
Türkiye: Aile söylemi altında daralan kamusal alan
Türkiye’de 2025, LGBTİ+’lar açısından siyasal iktidarın uzun süredir inşa ettiği muhafazakâr-LGBTİ+fobik hattın çok daha açık, çok daha kurumsal işletildiği bir dönem olarak geçti. İktidar tarafından bu senenin “Aile Yılı” ilân edilmesi, aileyi kültürel bir vurgu olmaktan çıkarak hukuki ve idari düzenlemelere yön veren bir çerçeveye dönüştü. Bu çerçevede LGBTİ+’lar, kamusal hayatta “sapma”, “tehdit” ya da “toplumsal risk” olarak kodlandı.
Meclis gündemine taşınan 11. Yargı Paketi taslağı, özellikle transların bedenleri, sağlık süreçleri ve hukuki tanınmaları üzerinde yoğunlaştı. Cinsiyet uyum süreçlerinin zorlaştırılması, tıbbi ve psikolojik denetim mekanizmalarının artırılması ve ifade alanlarının daraltılması, devletin LGBTİ+ varoluşu “kontrol edilmesi gereken bir anormallik” olarak ele aldığını gösterdi. Bu yaklaşım, hak temelli bir perspektiften çok, biyopolitik bir disiplin anlayışına yaslandı.
“Ne yaşanıyor?”
LGBTİ+ hak savunucularına yönelen yargı tacizi, kamusal görünürlüğün nasıl bireysel cezalandırmaya dönüştüğünü açık biçimde ortaya koydu.
Müzisyen Mabel Matiz’in “Perperişan” adlı şarkısı hakkında açılan soruşturmada savcılık, “müstehcenlik” suçlamasıyla iddianame hazırladı ve Matiz hakkında altı aydan üç yıla kadar hapis cezası talep edildi. Ünlü müzisyen, 22 Eylül’de Çağlayan Adliyesi’nde savcılığa ifade verdi, yurt dışı çıkış yasağıyla serbest bırakıldı.
Türkiye’nin ilk LGBTİ+ haber platformu olan KaosGL.org, 2024’te Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından “güvenli aile profilleri” kapsamında kara listeye alınmasının ardından, bu yıl da İstanbul 12. Sulh Ceza Hakimliği kararıyla Türkiye’den tamamen erişime engellendi. Kararın ardından yalnızca site değil, KaosGL.org’un sosyal medya hesapları da kapatıldı, derneğin yeni açtığı X hesabı da kısa süre içinde engellendi.
İzmir’de faaliyet gösteren Genç LGBTİ+ Derneği ise sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek İzmir 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından “müstehcenlik” iddiasıyla kapatıldı. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Savunucuları Özel Raportörü Mary Lawlor, bu karara ilişkin yaptığı açıklamada, bunun son 25 yılda bir LGBTİ+ hakları örgütü hakkında verilen ilk kapatma kararı olmasının son derece kaygı verici olduğunu vurgulayarak, Türkiye’deki yetkilileri derneğin barışçıl insan hakları faaliyetlerini sürdürmesine izin vermeye çağırdı.
Yıllardır yasaklanan Onur Yürüyüşleri, 2025’te de polis müdahaleleri ve davalarla bastırılmaya devam ederken; toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme özgürlüğü fiilen suç gibi muamele gördü.
Medya ve kültürel alan da bu baskıdan payını aldı. Görsel-işitsel içeriklerde LGBTİ+ temsiline yönelik artan sansür, yalnızca görünürlüğü değil, anlatı kurma hakkını da hedef aldı. LGBTİ+’ların kendilerini nasıl anlattıkları, hangi hikâyelerle kamusal alanda var oldukları meselesi doğrudan siyasal bir müdahale haline geldi.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK), televizyon kanalları ve dijital platformlara “müstehcenlik” ve “genel ahlâka aykırılık” gerekçeleriyle uyguladığı yaptırımlar, kültürel sansürün iyiden iyiye kurumsallaştığını gösterdi.
Öte yandan Türkiyeli LGBTİ+’lar, bu yıl en önemli siyasal müttefiklerinden birini de kaybetti. Sırrı Süreyya Önder’e kalabalık bir şekilde veda eden LGBTİ+’ların cenazeye çelenk göndermesi dahi tartışma konusu yapılırken, günün sonunda Trans Onur Haftası ve İstanbul Onur Haftası çelenkleri İçişleri Bakanlığı’nın çelenkleriyle yan yana durdu: “Sırrı Süreyya Önder, LGBTİ+ mücadelesine açık ve etkin bir yoldaşlıkla destek verdi. Lubunyaların cenazeye çelenk göndermesi bu yüzden bir jest ya da sembolik bir borç ödeme değil; karşılıklı tanınmışlığın, ortak bir siyasal hattın, gerçek bir bağın ifadesiydi. Bir yoldaşın yoldaşına son selamıydı.”
Ancak 2025’i yalnızca baskının ve üzüntünün yılı olarak okumak eksik olur. Üniversitelerde, feminist ve öğrenci hareketlerinde, bağımsız medya alanlarında ve yerel dayanışma ağlarında süren itirazlar, LGBTİ+ haklarının Türkiye’de hâlâ toplumsal bir karşılığı olduğunu gösterdi. Bu itirazlar çoğu zaman bastırıldı, kriminalize edildi ya da görmezden gelindi; fakat kamusal hafızada kalıcı izler bıraktı.
2025, Türkiye’de LGBTİ+ mücadelesinin daha savunmacı ama aynı zamanda daha politikleşmiş bir hatta ilerlediği bir yıl oldu. 11. Yargı Paketi taslağında LGBTİ+ haklarını doğrudan hedef alan düzenlemelerin geri çekilmesi, bu hatta kazanılmış sınırlı ama önemli örneklerden biri olarak öne çıktı.
Dünya: Eş zamanlı ilerleme ve geriye savrulma
Küresel ölçekte ise ABD Başkanı Donald Trump’ın özellikle transları hedef alan çıkışları, yalnızca ABD’de değil, başka ülkelerde de benzer politikaların meşrulaştırılmasına hizmet eden bir referans noktası haline geldi.
Bu bağlamda küresel ölçekte 2025, LGBTİ+ hakları açısından bir bakıma çelişkilerin yılıydı. Uluslararası kurumlar düzeyinde eşitlik ve ayrımcılık karşıtlığına dair taahhütler yenilenirken, birçok ülkede bu taahhütlerle taban tabana zıt uygulamalar hayata geçirildi. Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) gibi yapılar, LGBTİ+’lara yönelik şiddet ve ayrımcılığın insan hakları ihlali olduğu vurgusunu sürdürdü; özellikle trans hakları ve nefret suçları başlıklarında normatif çerçeveler güçlendirilmeye çalışıldı.
Buna karşın, özellikle ABD’de, Avrupa’nın doğusunda, Orta Asya’da ve bazı Latin Amerika ülkelerinde “LGBT propagandası” söylemi yeniden dolaşıma sokuldu. Bu söylem, LGBTİ+’ları kamusal alandan silmeyi amaçlayan yasakçı politikaların meşruiyet zemini hâline geldi. Onur Yürüyüşleri’nin yasaklanması, eğitim müfredatlarından cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği konularının çıkarılması ve medya üzerindeki baskılar, küresel ölçekte benzer bir otoriter refleksin dolaşımda olduğunu gösterdi.
Öte yandan, Budapeşte’de bu yıl 30’uncusu düzenlenen Onur Yürüyüşü’ne (Budapest Pride) 100 ila 200 bin arasında kişi katıldı. Katılım, Başbakan Viktor Orbán’ın şubat ayında yürüyüş organizatörlerine etkinlik için uğraşmamaları gerektiğini, hükümetin yürüyüşe izin vermeyeceğini söylemesi üzerine gerçekleşti. Geçen yılki yürüyüşe sadece 35 bin kişi katılmıştı. Çoğu Orbán’la “dalga geçen” yürüyüş pankartlarında şöyle yazıyordu: “Tarih dersinde bir diktatörlüğü tanıyacak kadar çok şey öğrendim”, “Faşizmden çok sıkıldım”.
Bir yılın ardından: Ne değişti?
2025, LGBTİ+ hakları açısından daha çok, hakların ne kadar kırılgan olduğunu, kazanımların ne kadar kolay geri alınabildiğini ve mücadelenin yalnızca hukuki metinlerle sınırlı olmadığını gösteren bir yıl oldu.
Türkiye’de baskı politikalarının kurumsallaştığı, dünyada ise benzer reflekslerin farklı biçimlerde ortaya çıktığı yıl, LGBTİ+ mücadelesinin giderek daha fazla demokrasi, ifade özgürlüğü ve biyopolitika ile iç içe geçtiğini ortaya koydu.
Belki de 2025’in en önemli mirası şu oldu: LGBTİ+ hakları artık “azınlık hakları” başlığı altında dar bir alana sıkıştırılamıyor. Bu mücadele, kimin konuşabileceği, kimin görünebileceği ve kimin hayatının korunmaya değer sayılacağına dair daha geniş bir siyasal sorunun merkezine yerleşmiş durumda.
Ve tam da bu nedenle, 2025 yalnızca LGBTİ+’ların değil, eşitlik ve özgürlük tahayyülüne sahip herkesin yılı olarak kayda geçti. Tüm bu baskı, yasak ve geri çekilme hamlelerine rağmen 2025, var olmanın başlı başına siyasal bir eylem olduğunu bir kez daha hatırlattı. Çünkü ısrarla kamusal alanda beliren LGBTİ+’lar yalnızca kendileri için değil, başkalarıyla birlikte yaşanabilir bir dünya talebiyle de konuştu.
Politika, tam da bu birlikte görünme anlarında yeniden kuruldu. Bu yüzden umut, geleceğe ertelenmiş bir beklenti değil; bugün ve burada, bastırılmaya rağmen yan yana gelme pratiğinin kendisi olarak varlığını sürdürdü. Umudumuz ve neşemiz bol olsun, çünkü birlikte olmak, başkalarıyla paylaşılan bir dünya fikrini hâlâ ayakta tutuyor.
Bianet
YAŞAM
2025-12-29“Kaçakçı” mı denir onlara…
2025-12-25Tribünlerde antifaşist hat
2025-12-22Asrın Felaketinden Asrın İnşasına: Sorumluluktan Kaçış
2025-12-20Sekiz gün boyunca yanan umut…
2025-12-19Akrabamı Arıyorum
2025-12-16Sur’un duvarlarında yeni bir dil
2025-12-15Çürümenin en vahşi iki örneği
2025-12-12Ermeni toplumunda yoksulluk
2025-12-12İstanbul'da üç çocuğun öldüğü yangın bize ne anlatıyor?
2025-12-09Bir takımdan fazlası: Amedspor
2025-12-09Dortmund’daki ‘Vatan Haini Köpekler’
2025-12-08Çocuklar işyerlerinde ölüyor
2025-12-01Domların “ıskalanmış” hikâyesi
2025-11-25“Turabdin’deki araziler yeniden Süryanilere satılmak isteniyor”
0025-04-23“Şeyh Abdullah ‘Demokratik’ Oldu”
2025-11-22KAOS GL: Mektubun var
2025-11-21"Siz bu yazıyı Çocuk Hakları Günü’nde okurken, ben bir günümü 200 TL’ye satmış olacağım"
2025-11-07Ağrı İsyanı’ndan Şener Şen’e uzanan bir yaşam
2025-11-011 milyondan fazla çocuk okula sosyal yardımla gidebiliyor
2025-09-15Dersim dört mezar üstünde