

2025-11-18
Bu cumartesi, bir kültür turizmi organizasyonu olan Sofos’un “Üsküdar’ın Gizemleri” turuna katıldım. Rehberimiz, sözlü tarih uzmanı Mustafa Bozkurt’tu. Gezi, sıkışmış Üsküdar’ın Zeynep Kamil yamacındaki, adeta küçük bir saklı cenneti andıran eski Bandırmazâde Tekkesi ve kabristanı civarında başladı.
İlk ziyaret duraklarımız Seyyid Haşim Baba-ö 1782 ve Yusuf Fahir Baba Efendiler oldu. Seyyid Haşim Baba, tarikatlar arası geçişin ve sentezin dikkate değer bir örneğidir. Rivayet edilir ki Haşim Baba dergâhında saz çalanlara “sazı da tesbih gibi tut” dermiş; yani müziği zikirle, sanatı ibadetle eşitler, ikisini de bir tür manevi disiplin olarak görürmüş. Müritlerine “Allah’ın kuluna vereceği en ağır ceza, kendi doğrusuna tapmasıdır” dermiş. Hem Celvetî disiplinini hem de Melâmî ve Bektaşî anlayışlarını kendinde birleştirmiştir. Anlatıldığına göre, Haşim Baba Celvetî makamından Bektaşî yoluna geçince bazı Celvetî şeyhleriyle ters düşmüş; bu nedenle cenazesi Celvetî Âsitânesi’ne kabul edilmemiş, İnadiye Dergâhı’nın alt bölümüne defnedilmiştir.
Aynı bölgede, Fenerbahçe Kulübü’nün şeyhi olarak bilinen Yusuf Fahir Baba (1880–1967) da metfundur. Fahir Baba; Fransız okulunda okumuş, İstanbul’daki Black Stockings takımında futbol oynamış, İttihatçıların içinde bulunmuş, medrese öğrencisiyken kendi isteğiyle Çanakkale Savaşı’na katılmıştır. Kurtuluş Savaşı döneminde Karakol Teşkilatı’nda yer almış; ayrıca Kızıltoprak’taki dergâha ait arsayı, bugünkü Fenerbahçe Stadyumu’nun bulunduğu alanı, kulübe bağışlamıştır. Bir rivayete göre, Fahir Baba’nın “himmeti” sayesinde Fenerbahçe kendi sahasında kolay kolay maç kaybetmezmiş. Bu yüzden Galatasaraylı taraftarlar, Fenerbahçe’yi Kadıköy’de yendikleri zaman, gidip Fahir Baba’nın kabrine kaşkol bağlarmış.
Bandırmazâde Tekkesi’nin en dikkat çekici özelliği, Sünnî gelenekli tasavvufun (Mevlevî, Kadirî, Celvetî gibi) çizgisiyle Alevî–Bektaşî geleneğini ve Melâmî meşrebi bir araya getirerek bir geçiş ve sentez alanı oluşturabilmesidir. Seyyid Haşim ve Yusuf Fahir babaların şahsında sanat, müzik, edebiyat ve mizah vesilesiyle Üsküdar’da mezhepler, meşrepler ve mahalleler arasında geçişlilik mümkündü.
Bu arada bu Saray’a ve Abdülhamit’e açıktan muhalif değildi ama maneviyatı devletin değil insanın ıslahı için savunmaktaydı. Bu yönüyle belki de “Abdülhamit’e kenetli ama fikirde reformcu” nadir örneklerden biri olduğunu da hatırlatalım.
Buradan Rifâî Âsitânesi’ne yöneldik. Burası da adeta Sünnî ve Alevî tarikat anlayışlarının halkla ilişkiye girdiği bir alanın sentezi niteliğindeydi. Celvetîlik veya Rifâîlik dense de işin görünümü Cerrahîlik, Bektaşîlik ve hatta Kalenderîlik özellikleri taşımaktaymış. Buradaki zikir ayinlerinde özürlü çocuklar için nefes verilirmiş; ayrıca ateş parçaları ve şişleme törenleri Batılı seyyahların çok ilgisini çeker, bu konuda Batı’da tablolar yapılır ve seyahatnameler yazılırmış. Fausto Zonaro’nun (1854–1929) “Üsküdar Rifâî Dervişlerinin Âyin-i Şerifi” adlı tablosu bu gözlemlerden birine dayanır.
Ayrıca İskoçyalı yazar Sir David Urquhart ve pek çok Britanyalı seyyah Üsküdar’daki bu tekkeyi ilginç bulmuş ve ziyaret etmişlerdir. Lady Hester Stanhope, Üsküdar ve Kadıköy hattında dervişlerle görüşmüş, onların yaşam tarzını ve öğretilerini gözlemlemiştir. John Freely, Strolling Through Istanbul adlı eserinde bu tekke ziyaretlerini ayrıntılı biçimde anlatır. Robert Curzon ise 1840’larda Bektaşî tekkelerinde yaptığı gözlemlerle dönemin İstanbul’unu tasvir eder.
Üsküdar’da kayıtlara göre en az kırk beş tekke ve dergâh var. Enfiye çekenlerden Orta Asya’dan gelenlere kadar, ticari, bürokratik ve insani meşreplerin çeşitliliği bu kurumlarda yansırdı. Bu dergâhlarda halka hizmet, zikir ayinleri, dersler ve sohbetler verilirdi. Elitler, avam ve yolcular meşrep ve gereksinimlerine göre bu mekânlarda buluşurdu. Aralarında tatlı veya kimi zaman sert bir rekabet de yaşanırdı.
Osmanlı bürokrasisi ve Cumhuriyet elitlerinden dergâhlara, şeyhlere yolu düşmeyen neredeyse kimse yok gibiydi. Mithat Paşa’nın Nakşîlikte halife seviyesine yakın olduğu, M. Ali Ayni’nin ve Halide Edip’in Kelâmî Dergâhı’na gittiği, Talat Paşa’nın Bektaşiliği, Yakup Kadri ve Hasan Âli Yücel’in Mevlevî–Bektaşî eğilimli oldukları, Fevzi Çakmak’ın Küçük Hüseyin Efendi’ye bağlı Nakşî olduğu sayısız örnekle bilinir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik’te Mevlevî dergâhına yaptığı ziyaretler de ifade edilmektedir.
Bu noktada tarikatların toplumsal, psikolojik ve doktriner altyapısından da bahsetmek gerekir. Tarikatların doğuş coğrafyası ağırlıklı olarak İran, Orta Asya ve Hindistan’dır. Sünnî tarikatlar insan doğasına yönelik iki ana yönelimle şekillenmiştir: dışa dönük olan Kadirîlik ve içe dönük olan Nakşîlik. Zamanla bu tarikatlar birçok alt kola ayrılmıştır. 15. yüzyılda Nakşîliğe yakın olan Şeyh Safî’nin kurduğu Safeviyye tarikatı Şiîleşmiş ve Kızılbaş–Alevî meşrepli bir kolda devam etmiştir; diğer bir kol ise Anadolu’da Bayramiyye gibi adlarla sürmüş ve Bandırmazâde Tekkesi’ne uzanan çizgiyi oluşturmuştur.
Sıkça dile getirdiğimiz gibi, ülkemiz özellikle büyük kentleriyle köylüleşip kasabalalışmaktadır. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, Üsküdar’daki dergâhlar kent kültürüne, görgüye, geçişken aidiyete, yardımlaşmaya, hoşgörüye, sanata ve estetiğe tartışmasız katkılar sağlamıştır.
Hangi tekkeler ve şeyhler sorusu saklı kalmakla birlikte, bu kurumlar Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet modernleşmeleri içinde yer almışlardır. Kimi İttihat ve Terakki’ye, kimi Kuvay-ı Milliye’ye destek vermiş; Itrî ve Dede Efendi gibi büyük müzisyenler de bu dergâhlardan yetişmiştir.
Cumhuriyet sonrası dönüşüm ve kapanan dergâhların toplumsal etkisi
Aklıma gelen soru şu: Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının bize olumsuz maliyeti neydi? Acaba bu, Niyazi Berkes’in de belirttiği gibi Cumhuriyet devrimleri elitinin halktan uzaklaşmasının sebeplerinden biri miydi? Ya da yaşadığımız geleneksiz dönüştüremediğimiz derin köylülük hâlinin bir başka gerekçesi olabilir mi?
Sıkça ifade ettiğim üzere, ıslah edilmemiş medrese zihniyeti ve müfredatı sağ kesimde ve Nakşîlikte etkisini sürdürmektedir. Kentli Mevlevî–Bektaşî ve hatta uygun meşrepteki Esat Erbilî’nin Nakşî tekkeleri kapatılınca alan, taşralı ve merdiven altı medreselerin etkisindeki Nakşîlik anlayışına kaldı. Bugün ülkemizde taşralı zihniyet ve tarikatlar sadece dergâhlarıyla değil, siyasal ve kültürel etkileriyle de mega kentleri kültürsüzleştirmekte, toplumu kutuplaştırmaktadır.
Oysa ihtiyacımız olan şey, bu kabalığı maneviyat, hiciv, kültür ve sanatla dönüştürmektir. İnsan sevgisini, vicdanı ve evrensel ahlakı yeniden topluma yerleştirmektir. Bununla kutuplaşmayı ve gizli nefreti aşabilmektir. Üsküdar’daki erenlerin dergâhlarını gezerken bütün bunları düşündüm. Her biri, bu toprakların görgüyle ve estetikle birleşmiş yaratana vecd halinin canlı birer hatırası gibiydi.
Medyascope
BASıNDAN
2025-11-18Özgür Amed: 1239 nolu kanunun ilhamı neyi çözer?
2025-11-14Ali Bayramoğlu: İddianame: Görülmemiş bir seviye
2025-11-11İbrahim Kiras: Düşmanımız kimdir bizim?
2025-11-11Umur Talu: Haklısınız, “işçi sınıfı” ölüyor!
2025-11-08Umur Talu: Sınıf mücadelesi öldü mi, işçi sınıfı kaldı mu!
2025-11-07Mesut Yeğen: Ortadoğu 2.0’a Hazır mıyız?
2025-11-06Çetin Çeko: ‘Türkiye'nin Hayrı İçin Dokuz Yıldır Cezaevinde Tutulan Demirtaş
2025-11-01Gökhan Bacık: Kürt siyasetinin eleştirisi
2025-10-31Selahattin Demirtaş: Sürecin muhasebesi
2025-10-29Yusuf Ziya Cömert: Rüşvet parasıyla cami yapılır mı?
2025-10-28Yetvart Danzikyan: PKK hükümete ‘top sende’ diyor
2025-10-28Murat Sevinç: Yoğurtsuz, tereyağsız ve tavuk etiyle iskender kebap olur mu?
2025-10-28Yıldıray Oğur: PKK neden Schrödinger’in kedisine benzedi?
2025-10-28Vahap Coşkun: Menzile doğru bir adım daha
2025-10-26Yetvart Danzikyan: Kıbrıslılar dertlenmesin
2025-10-28Berrin Sönmez: 11.Yargı Paketi: Rejim bulanık suda balık avlar
2025-10-08Sedat Ulugana: Barutun yanında bıyık yağı ve puro
2025-10-08Yıldıray Oğur: Çözüm sürecinde tümseklere rağmen tekerlek dönüyor
2025-10-07Ayşe Hür: İrade
2025-09-30Yıldıray Oğur: Komisyon’da bir gün