3/28/2024
Haydar Cihaner
aa@aa
7 Ekim sabahı Hamas’a bağlı askeri bir birim olan İzzeddin el- Kassam Tugayları, “Aksa Tufanı” adı ile anılan bir saldırı ile İsrail’e 4000 roket fırlattı. Ortadoğu’nun yeniden kana bulanmasına neden olan bu ani saldırı İsrail dahil dünya devletlerinin hiç birisinin beklemediği bir saldırı olarak şok etkisi yarattı. Hal böyle olunca İran dışındaki tüm Müslüman ülkeler bile bu saldırıdan rahatsızlık duymuş ve ilk tepkilerinde mutedil bir dil kullanmalarına neden olmuştu. Ancak ABD ve Avrupa devletlerinin tümü başta olmak üzere birçok devlet sivil– asker gözetilmeksizin yapılan bu saldırıyı şiddetle kınamış ve İsrail’den yana tavır takınmalarına neden olmuştu.
Siyasal İslam kodlarıyla kendini donatmış bir örgütün gerçekleştirdiği bu kanlı eylemin Filistin halkına hiçbir yarar sağlamadığı, tam aksine kadın-erkek, yaşlı genç birçok insanın ölümüne, yaralanmasına, yurtlarından edilmesine, açlık ve sefalet içinde yaşamasına neden olduğu dikkate alındığında sert tepkilerin ve kınamaların doğal olduğu söylenebilir. Kaldı ki Hamas’ın bu ilk saldırı sonrasında başarı sağlaması demek Ortadoğu’da Afganistan İslam Emirliği benzeri bir başka devletin kurulmasından öte bir anlam taşımayacaktı. Bu durum bölgede “ beşeri sorunlara ilahi çözüm arama” sürecinin sürgit devamından başka bir anlam taşımazdı.
Hamas’ın askeri birimleri tarafından yapılan bu saldırının MOSSAD ve CİA gibi dünyanın en güçlü istihbarat örgütleri tarafından gözden kaçırılması ilk başlarda doğal olarak bazı soru işaretlerine neden olduysa da saldırı ilginç nedenlerden dolayı gerçekten gözden kaçırılmıştı. Bu haliyle saldırının İsrail tarafından organize edildiği ve/veya tetiklendiği yorumu anlamını kaybetti ve ihtimal olmaktan çıktı.
Saldırı ile ilgili Mısır istihbaratının İsrail’e daha önceden bilgi verdiği bir başka ihtimal olarak basında yer aldıysa da, asıl gerçek İsrail İç İstihbarat Örgütü Shin-Bet (Şabak)’ın, saldırı öncesi bazı bilgilere sahip olduğu ve daha başka bilgilere ulaşabileceği düşüncesiyle konuyu üst düzey yetkililere bildirmediği şeklindedir. Ancak bu örgütün bir özgüven içinde olduğu ve Hamas’ın İsrail’e saldırabilme yeteneklerine sahip olmadığı düşüncesi ile hareket ettiği de bir başka ihtimaldir.
İstihbarat süreci nasıl gelişmiş olursa olsun Hamas, 7 Ekim saldırısı ile 1400 civarında sivil-asker kişinin ölümü ve 1200 den fazla kişinin rehin alınması olayını gerçekleştirdi. İsrail tarihinde bir günde verilen bu kadar kayıp görülmüş değildi. Ülkede Netanyahu liderliğinde Likud Partisi iktidarda olduğuna göre bedel çok ağır olacaktı, dünya devletlerinin hiçbirisinin önerileri dikkate alınmayacak, suçsuz binlerce insan ölüme gönderilecek ve tam bir kaos ortamı yaratılacaktı. Nitekim süreç daha vahim bir şekilde devam ediyor.
İsrail ilk şoku atlattıktan sonra Gazze’nin kuzey bölgesini havadan ağır bir bombardımana tuttu. Bu bombardıman sonucu Gazze’nin kuzeyinde alt yapı önemli bir şekilde çöktü. Filistin halkı gıda ve su gibi temel ihtiyaçlara bile erişemez oldu. Bu durumda Filistin halkının büyük bir bölümü güneye doğru göç etmek zorunda kaldı. İsrail’in mülteci kamplarını, okulları ve hastaneleri hedef alması, güneye olan göçü daha da hızlandırdı. Dışarıdan ilaç, gıda ve su gibi temel ihtiyaçların karşılanmasına İsrail’in izin vermemesi, internete erişimin engellenmesi, iletişim hatlarının bombalanarak tahrip edilmesi Gazze’nin kuzeyinde tam bir kaos ortamı yarattı.
Kara hareketinin kısa bir zaman içerisinde güneye doğru kaydırılması Mısır ile Gazze şeridi arsında yer alan tek sınır kapısı, Refah Sınır Kapısı civarında yığılmalara neden oldu. Kasım ayının ikinci yarısında bu sınır kapısı bir süreliğine açıldı ve ağır yaralılar ile yabancı uyrukluların Mısır’a tahliyesi sağlandı.
Saldırılar yoğun olmasa da bazen Batı Şeria bölgesine ve bu bölgede bulunan ve Filistinliler için önemli olan Doğu Kudüs’e de sıçradı. Ancak İsrail silahlı kuvvetleri için saldırıların merkezi genel olarak Gazze kenti oldu. İsrail silahlı güçleri birkaç kez rehineleri kurtarma operasyonu gerçekleştirse de herhangi bir netice alamadı. Başarısızlığın en önemli nedeni olarak Gazze de bulunan yer altı tünelleri gösterilmektedir. Yapılan araştırmalar bu tünellerin toplam uzunluğunun 500 km kadar olduğunu belirtmektedir. Bölgeye giden bazı araştırmacılar tünellerin içine baskınların yapılmasının rehinelerin yerlerinin tespiti için sonuç alıcı olmadığını söylemektedirler. Dahası bu baskınların rehinelerin kurtarılmasına değil, ölümüne neden olacağı dile getirilmektedir.
Dünya kamuoyunun baskısıyla 24 Kasım’da dört gün sürecek olan “insani ara” anlaşmasının koşulları, Katar’ın Doha kentinde Katar-Mısırlı yetkililerin ara buluculuğunda İsrail ve Hamaslı yetkililer bilgilendirilerek sözü edilen tarihten önce başlamıştı. Katar’ın arabuluculuk konusunda öne çıkması, esasen ABD ile Taliban arasında yapılan anlaşmanın başkent Doha’da gerçekleştirilmesi sürecinin bir devamı olarak kabul edilebilir. O süreçte Katar’ın hem Taliban’ın üst düzey yetkilileri ile iyi ilişkiler içinde olduğu, onları kendi ülkesinde barındırdığı, hem de ABD ile yapıcı ilişkiler içinde olduğu hatırlanacaktır. Bugün ise Katar’ın hem Hamas yetkililerini kendi topraklarında ağırladığı hem de karşılıklı iyi ilişkiler içinde olduğu ama aynı iyi ilişkileri İsrail ile de yaşama geçirdiği düşünüldüğünde arabuluculuk için bulunmaz kaftan olduğu söylenebilir. Mısır ise hem İsrail ile sınırdaş olması, hem Mısır ile Gazze arasında Refah sınır kapısının bulunması hem de İsrail’i ilk tanıyan ülke konumunda olması nedeni ile arabuluculuğa uygun görülmüş olmalıdır. Esasen Türkiye’nin de bu konuda bazı girişimleri olduysa da İsrail ve ABD tarafından olumlu karşılanmamıştır.
İnsani ara dört gün ile sınırlı bırakıldıysa da daha sonra üç gün uzatıldı. Ancak bu ara bir barış anlaşmasının zemini olarak görülmemiştir. Daha doğrusu İsrail’in bu süreçte bir barış anlaşmasına niyetinin olmadığı görülmektedir. Bu durumda İsrail’in perspektifinden bakıldığında “insani ara” ne anlama geliyor?
a) kuzeyde kalan tüm Arapların güneye yönlendirilmesi için zaman kazanmak,
b) dünya kamuoyunda İsrail aleyhinde gelişen tepkileri bir nebze olsun dindirmek,
c) Gazze'deki Araplara gıda, su, yakıt gibi ihtiyaçlarını karşılamak için süre tanımak. Tüm bunlar İsrail’in istediği şartlarda bir barış anlaşmasının olabileceği anlamına geliyor.
Yapılan anlaşma gereği, bir hafta boyunca çocuk ve kadın Filistinli mahkumlar ile İsrailli kadın ve çocuk rehineler öncelikli olarak takas edildi. Bu takas 50 İsrailliye karşılık 150 Arap oranı şeklinde gerçekleştirildi. Anlaşmanın insani boyutu gereği 200 Tır gıda, dört tanker yakıt taşıyan araç Gazze’ye giriş yaptı. Bu süre içinde Gazze’nin güneyinde hava trafiği tam gün, kuzeyinde ise 10-16 saatleri arasında durduruldu. İsrail’in Gazze'de aralık ayının son haftasında yeni bir hamle yapacağı basın tarafından dünya kamuoyuna bildirildi. Buna göre İsrail yer altı şehri denebilecek tünellere su basma girişimine başlayacaktı. Bu durumda akla ilk gelen soru, rehinelerin su basılması ile birlikte boğulma tehlikesi ile karşılaşıp karşılaşmayacaklarıdır. Her ne kadar bir İsrailli yetkili rehinelerin nerede tutulduğu ile ilgili olarak ellerinde istihbarat bilgisi olduğunu belirtse de, bu doğru değildir. Hamaslı bir yetkili verdiği bir bilgi ile mühendislik çalışmalarında bu riskin dikkate alındığı ve bertaraf edici çarelerin üretildiği dile getirilmektedir. Nitekim İsrail ordusunun yanlışlıkla üç rehineyi vurarak öldürmesi, rehinelerin nerede tutulduğu konusunda kesin bir bilgilerinin olmadığı görüşünü büyük bir ihtimal olarak dikkate almamızı gerektiriyor. Rehinelerin kendileri tarafından öldürülmeleri Netanyahu üzerinde baskıları daha da artırıyor. Bu baskı rehinelerin serbest bırakılması için yeni bir ateşkesin habercisi olabilir.
Görünen o ki savaş birkaç ay daha sürecek ancak kazananın kim olduğu belirsizliğini koruyacaktır. Çünkü Hamas, dünya kamuoyunun desteği ile kaybederek kazanma aşamasına gelmiştir.
Savaş ve bazı dünya devletleri
ABD
Eisenhower döneminden bu yana ABD ile İsrail arasındaki karşılıklı çıkar ilişkileri gelişerek devam etmektedir. Bu nedenle ABD, savaşın geniş alanlara sıçramaması için Doğu Akdeniz’e iki savaş gemisi göndermiş ve bu şekilde savaşın dar bir alanda tutmak istemiştir. Ancak Irak ve Suriye’de ABD üsleri sürekli olarak İran destekli milisler tarafından bombalanmaktadır. Aynı durum Kızıldeniz, Babül Mendep Boğazı, Aden Körfezi ve Umman denizi gibi sahalarda da yaşanmakta, ABD’li ve İsrail’e yük taşıyan gemiler roket ve füze atışlarına hedef olmaktadır. Bu durumun devam edip etmeyeceği, savaşın İran’a sıçrayıp sıçramayacağı belirsizliğini korumaktadır. Ancak Ukrayna- Rusya savaşı nedeni ile ABD‘nin bu savaşı en kısa zamanda sona erdirme niyeti görülmektedir. Nitekim ABD’nin İsrail’e yaptığı baskılar bu yöndedir. Tüm bunlara rağmen ABD bölgedeki çıkarları gereği gerekli tedbirleri almaya devam edecektir.
İRAN
Hamas’ın yaptığı saldırıların gerisinde İran’ın olduğu tahmin edilmekteydi, yapılan araştırmalar saldırıların organize edilmesinden İran’ın haberdar olmadığını gösterdi. Ancak Hamas’a en büyük desteği veren ülkenin İran olduğu da bir gerçektir. Çünkü İran hem Hamas’a hem Hizbullah’a hem de Yemen'deki Husilere verdiği destek ile “direniş ekseni” adı verilen stratejisini uygulamak ve Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmak istemektedir. Nitekim, Suriye ve Irak’ta bulunan ABD üsleri sürekli olarak İran destekli milisler tarafından taciz edilmekte ve ABD birliklerinin bölgeden tamamen çıkması için zorlandığı da görülmektedir. Lübnan’ın güneyinde konuşlanan ve İran destekli olan Hizbullah güçleri ise doğrudan İsrail ile savaşa girmek yerine, kontrollü bir savaş ile bu ülkeyi rahatsız etmektedir. Ancak Hamas’ın önemli aktörlerinden Aruri’nin Lübnan’da öldürülmesi İsrail ile Hizbullah arasındaki kontrollü savaşı şiddetlendirme potansiyeline sahiptir. Ayrıca Yemen’de İran destekli olan Husilerin Babül Mendep Boğazından geçip Kızıldeniz üzerinden İsrail’e mal taşıyan gemilere saldırması, bu gemilerin bir bölümünün rotalarını Ümit Burnu’na çevirmelerine neden oldu. Husilerin Kızıldeniz’deki ABD gemilerine de sürekli olarak füze fırlattığı ve bu haliyle İran’ın işini kolaylaştırdığı söylenebilir.
TÜRKİYE
Erdoğan’ın Ortadoğu ‘da siyaset yapma tarzı, “yeni Osmanlıcılık” politikası çerçevesinde İran ve Suudi Arabistan ile hem rekabet hem de ilişki kurma biçiminde olurken, bölgenin diğer önemli devleti olan İsrail ile hem gerilim hem de ticari ilişki kurma biçiminde sürdürülmektedir. Yeri geliyor “ Antisemitizm ırkçılıktır”, yeri geliyor “İsrail terörist devlettir” deniyor.
Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye de öldürülmesinden dolayı Suudilerle bir zaman ipler koparken, bir başka zaman ölen Suudi kralı için yas ilan ediliyor. Bu çelişkili durum Erdoğan’ın tam bir pragmatist olduğunun net göstergesidir.
Orta Doğu’da izlenen bu genel politika, İsrail-Hamas savaşı özelinde de aynen devam ettiriliyor. Savaş başladığında Erdoğan’ın yaptığı ilk açıklama “tarafları, gerilimi daha da tırmandıracak adımlardan uzak durmaya çağırıyoruz” şeklindeydi. Bu söylem olumlu ve tarafsızlık izlenimi veriyordu. Ancak gerçek niyet tarafsızlık değil, oyunda olmak, arabuluculuk ve/veya garantörlük yapmak ve bu haliyle bir aktör olma isteğiydi. Bu istek Araplar ve Batı tarafından olumlu karşılanmayınca iplerin koptuğu söylenebilir.
Söylem Hamas için, “Hamas terör örgütü değil, siyasi hedefleri olan bir kurtuluş ve mücahitler grubudur.” İsrail için ise “İsrail terör devletidir, işgal gücüdür.” şeklinde değişime uğruyor. Bir başka anlamıyla söylem, Hamas’dan yana, İsrail’e karşı olma şeklinde “u” dönüşü yapıyor. Hiç kimse AKP ile Hamas’ın aynı ideolojiden – Müslüman Kardeşler – beslendiği için böyle bir dönüşümün yaşandığını sanmasın. Evet, her ikisi arasında ideolojik bir yakınlık vardır, ancak Erdoğan Hamas’ı Ortadoğu’daki politikaları için gerektiğinde kullanmak için yanında tutmakta ve desteklemektedir. Bu tip desteklemeler pragmatizmin gereğidir. Bu gereklilik doğrultusunda Erdoğan, bir yandan kendi seçmenini konsolide etme, onları duygu yoğunluklu söylemlerle dinamik tutma yolunu seçmekte, yani iç politikaya oynamaktadır. Bir yandan da Arap coğrafyasını Osmanlı mirası kabul edip onlarla siyasi, ekonomik, kültürel işbirliğini sıkılaştırmak için yandaş örgütlere ihtiyaç duymaktadır. Hamas’ın Erdoğan için anlamı budur.
Bu savaşın Erdoğan için, Suriye Kürtlerine saldırıları daha da hızlandırmak için yol açıcı olduğu da söylenebilir. Çünkü taraflar bir yandan birbirlerini “işgalci” diye suçlarken işgalciliğin gereğini yapmaktadır. Ancak İsrail, kendisine yapılan saldırının doğru/yanlış karşılığını verirken Türkiye Suriye’den kendisine herhangi bir saldırı olmadığı halde, Kürt sorununu sınırlarının ötesinde karşılama adına işgalci durumdadır.
Sonuç yerine
Savaşın birkaç ay daha süreceği ancak nasıl bir sonuç vereceği belirsizliğini korumaktadır. İsrail’e verilen Batı devletleri ve kamuoyları desteğinin giderek tepkiye dönüştüğünü söyleyebiliriz. İsrail kamuoyunun da Netenyahu‘ya destek vermediği biliniyor. Ancak Netenyahu da yeniden iktidar olmak ve mahkeme kararından kurtulmak için savaşı kazanmak zorunda olduğunu biliyor.
Hamas ise kaybeden ancak kaybederek kazanan görüntüsü veriyor. Nasır, bazı Arap devletleri ile birlikte İsrail’e karşı verdiği savaşı kaybetmişti. Bununla birlikte aynı süreçte Süveyş Kanalı’nı millileştirerek kazanan olmuş ve bir süreliğine Arap ülkelerinin liderliğini yapmıştı. Hamas, savaş sonrasında kaybeden ancak tarih sahnesinden silinmeyen bir yapı olarak devam ederse, siyasal İslam’ın Ortadoğu coğrafyasında daha etkili olma ihtimali yüksek olacaktır. Bu durum bölgede demokrasi için bir başka baharı bekleme anlamına gelecektir.
İşte, bölgedeki istikrarsızlığın yaşatacağı asıl tehlike budur.
Deng Dergisi, sayı: 131
- Zaloğlu Rustem Kürddür Ama Kürdler Zaloğlu Rustem Değiller
- Antirasyonel Ve Antimodern Bir İdeoloji Olarak İslam
- Kürdistan'da Milliyetçilik: Tarihsel ve Sosyopolitik Bir İnceleme
- Kürt Meselesinde Neredeyiz? *
- Kürdlerin Geleceği Konusunda Birkaç Söz
- Yeni Ortadoğu ve Kürdistan*
- 31 Mart Seçim Sonuçları Kürt Meselesi Bakımından Ne İfade Ediyor?*
- Nasrallah’ın ölümü
- ULUSLARARASI KAMU HUKUKU BAKIŞ AÇISI İLE TRÜKİYE–IRAK-GÜVENLİK PORTOKULU VE KÜRTLER
- Kürdistan Bağımsızlık Referandumu Üzerine