10/10/2024
İsmail Beşikçi
aa@aa
İsmail BEŞİKCİ
Deng Dergisi, 1 Haziran 2024 günü, Diyarbakır’da ‘Kürt Meselesi: Nasıl Bir Gelecek Konferansı’ düzenledi.
Konferans, Deng Dergisi Genel Yayın Yönetmeni A. Mecit Durmuş’un açış konuşmasıyla başladı.
Konferans üç oturum halinde gerçekleşti. Birinci oturumun başlığı ‘Ortadoğu’da Kürt Meselesi Kazandığı Yeni Boyutlar’dı. Bu oturumda Arzu Yılmaz, Salar Osman, Kawe Mahmut konuştular. Bu oturumun moderatörü Sedat Yurttaş’tı.
İkinci oturumun başlığı, ’31 Mart Seçimleri Sonrası Siyasi İklim ve Kürt Meselesinin Çözümüne olası Etkileri’ idi. Necdet İpekyüz’ün moderatör olduğu bu bölümde Cuma Çiçek, Roj Grasun, Mesut Yeğen konuştular.
Son oturumun başlığı, ‘Kürt Siyasi Aklı. Yeni Bir Yol Bulmak’tı. Bu bölümde İbrahim Gürbüz, İsmail Beşikci, Mesut Tek konuştular. Bu oturumun moderatörü Mahmut Bozarslan’dı.
Konferans, Deng Dergisi Yayın Kurulu üyesi Bayram Bozyel’in kapanış konuşmasıyla son buldu. Her oturumdan sonra gerçekleşen soru-cevaplarla çok sağlıklı, önemli, değerli bir konferans oldu.
***
Bu Konferansta, ‘Kürdlerin Geleceği Konusunda Birkaç Söz’ başlıklı bir bildiri sundum.
Bu bildiri şöyle:
Kürdler, tarihsel vesikalar ve arkeolojik buluntular bakımından çok zengin bir halktır. Mezopotamya’nın geçmişi hakkında bilgi veren kazıların çoğu Kürdistan’da yapılmıştır. Fakat Kürdler bir devlete sahip olmadıkları için, bu tarihsel vesikaları, arkeolojik buluntuları değerlendirecek, analiz edecek kurumlar oluşturamamışlardır. Bu durum, söz edilen tarihsel vesikaların, arkeolojik buluntuların, Kürdlere komşu olan, Kürdlerin geleceği hakkında belirleyici olan ve aynı zamanda Kürdlere hasım olan devletler tarafından yağmalanmasını sağlamıştır. Bu, “Bir ulusun en büyük felaketi tarihlerinin ona hasım olanlar tarafından yazılmasıdır” sözüne tam tamına uyan bir süreçtir.
Mehmet Öncü, Elî Teter Nêrweyî’nin Antik Kürdistan kitabına yazdığı önsözde bu ilişkileri etraflıca ele almaktadır. Mehmet Öncü’nün söz edilen bu kitabın çevirmeni olduğu da bilinmektedir.
***
Bu, Mustafa Kemal’in, 1930’larda, neden ısrarla Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumlar oluşturmaya gayret ettiğini anlatmaktadır. Bu, Türk ulusu oluşturma çabasıdır. Fuad Önen, bu süreci, mevcut Türk Devleti’ne, Türk ulusu oluşturma çabası olarak değerlendirmektedir. Burada şu çelişkinin belirtilmesi de gerekir. Türklerin hızlı bir şekilde uluslaşması için her türlü teşvik, ödül gündeme getirilmiştir. Kürdlerin uluslaşmasının önünü kesmek için ise, her türlü baskı, zulüm, hayata geçirilmiştir. Kürdlerin, Kürdçe’nin inkarı, köyleri evlerin yakılıp yıkılması, kitlesel sürgünler vs. uluslaşmanın önünü kesmek için gündeme getirilen politikalar, uygulamalardır.
Bu tarihsel vesikalar, arkeolojik buluntular, Kürdlere hasım olan devletlerin oluşturdukları kurumlar tarafında değerlendirilmektedir. Arkeolojik kazılar yine bu devletlerin oluşturdukları kurumlar tarafından yapılmaktadır veya batılı arkeologlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Her iki durumda da Kürdler saf dışıdır. Bu süreçte, Kürdlere komşu olan, Kürdlerin geleceğini belirleyen bu devletler kendi politik ihtiyaçlarını karşılayacak bir Kürd tipi de oluşturmaya çalışmaktadırlar. Örneğin Araplar, Kürdlerin yaşadığı toprakların da zaten Arap toprakları olduğunu söylemektedirler. Örneğin Arap Baas Partisi’yle Mela Mustafa Barzani arasındaki temel anlaşmazlık bu noktada beliriyordu. Farslar da İran’ın politik ihtiyaçlarını karşılayacak bir Kürd tipi yaratma peşinde koşmaktadır. Türkiye ise, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, Kürdlere, Kürdistan’a ait bütün maddi, manevi değerleri, kendi ganimeti olarak algılamaktadır.
Kürdistan’da gerçekleştirilen arkeolojik kazıların önemli bir kısmının batılı arkeologlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Ama bu arkeologlar çalışmalarını özgür bir şekilde gerçekleştirememektedir. Onların yanına ilgili devletler tarafından muhakkak bir asistan verilmektedir. Buluntular, daha çok bu asistanların görüşleri doğrultusunda değerlendirilmektedir. Bazan da bu kazıları yapacak arkeologlarla sözlü anlaşmalar yapılmaktadır. Bu arkeolaglardan, buluntular hakkında Kürdlerden söz etmeyeceklerine hatta, Kürdleri ima edecek bir değerlendirmede bulunmayacaklarına dair söz vermeleri aksi halde, araştırma, kazı ruhsatlarının iptal edileceği vurgulanmaktadır. Barzan Bölgesi’ndeki Şanidar Mağarası’ndan yapılan arkeolojik kazılar bu anlayış çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Burada, şu konunun belirtilmesi de önemlidir. Londra Müzesi’nin, Paris Louvre Müzesi’nin, Mezopotamya Arkeolojisi ile ilgili bölümlerinde sergilenen arkeolojik buluntuların önemli bir kısmı Kürdistan’da yapılan arkeolojik kazılar sonunda elde edilmişlerdir. Bunların sergileneceği esas alanlar elbette Hewler, Süleymaniye müzeleri olmalıdır. Ama Kürdlerin bu arkeolojik kazılar sürecinden uzak tutulduğu bilinmektedir. İstanbul’da Gülhane Parkı’ndaki Arkeoloji Müzesi’nde Mezopotamya Arkeolojisi ile ilgili bölümde sergilenen buluntular konusunda da aynı şeyler söylenebilir.
Bu buluntuların, Paris’e, Londra’ya götürülmelerinin şöyle iyi bir yönü olduğu da söylenebilir. Bu şekilde İŞİD gibi barbarların saldırılarından, tahribinden korunmuş olmaktadır.
***
Kürdlerin geleceği hakkında konuşuyoruz. Bu, Kürdlerin geçmişi ile çok sıkı bir şekilde irtibatlı bir durumdur. Bu da şu temel soruyu sormamızı gerekli kılmaktadır. Kürd sorunu nedir? Kürdistan sorunu nedir? Kürd sorunu, Kürdistan sorunu, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesidir. Takriben yüz yıl önce çözümlenmesi gereken bir sorundan söz ediyoruz.
Şöyle düşünelim: Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya ile birlikte Osmanlı da yenildi. Savaşta yenilen devletlerin sömürgeleri, yenen devletler tarafından paylaşıldı. Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Mezopotamya’daki, Ortadoğu’daki toprakları Büyük Britanya, Fransa ve İtalya tarafından paylaşıldı. Büyük Britanya’ya bağlı, Irak, Ürdün, Filistin manda devletleri kuruldu. Fransa’ya bağlı olarak da Suriye ve Lübnan manda devletleri kuruldu. Manda kavramını bir çeşit sömürge olarak değerlendirebiliriz.
İşte bu dönemde bir de Kürdistan kurulmalıydı. Diyelim sömürge bir Kürdistan. Kaldı ki, o dönemde Kürdistan’ın güneyinde, Şeyh Mahmud Berzenci, Büyük Britanya’ya “Ben Kürdistan kralıyım, beni Kürdistan Kralı olarak tanıyın” diyordu. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, değil bağımsız bir Kürdistan sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmediler. Kürdler, Kürdistan, dönemin emperyal devletleri ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devletinin, Osmanlı İmparatorluğu ve devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti, İran İmpratorluğu ve onun devamı olan Yeni İran şahlığı tarafından, birbirleriyle işbirliği ve güçbirliği yaparak, birbirlerine taviz vererek, birbirlerinden taviz kopararak, bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Kürdler, dilleriyle, kültürleriyle yeryüzünden, dillerden ve tarihlerden silinmeye gayret edildi. Bu dönemin çok önemli bir özelliği de, Ulusların Kendi Geleceklerinin Belirleme temel ilkesinin Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Güney Asya’da, Kuzey Afrika’da geniş halk kitlelerini sarıp sarmaladığı bir dönem olmasıdır. ABD’de Başkan Wilsoon, Sovyetler Birliği’nde Lenin, Stalin, Trocky, bu uluslararası temel ilke, temel hak konusunda çok konuşuyorlardı. Bu temel hakkı, sözü edilen bu coğrafya’da yaşama geçirmek için çok çaba harcıyorlardı. Kürdler, Kürdistan böyle bir dönemde bölündü, parçalandı, paylaşıldı. Bu Kürdler, Kürdistan için çok ağır bir yaptırımdır. Kürdlerde, bir insan iskeletinin parçalanması, beyninin dumura uğraması gibi bir durum yaratmıştır 1930 Zilan, 1938 Dersim, 1980 Mahabad, 1988 Halepçe bir soykırımdı, Enfal, bir soykırımdı. 16 Mart 1988 Halepçe soykırımım doruk noktasıydı.
Bu dönemden sonra, Kürdler her parçada, çok ağır baskılarla zulümlerle karşılaştılar.
‘Sömürge’, bir statüdür. Kürdistan sömürge bile değildir. 19920’lerde, Kürdler, Kürdistan hiçbir statüye sahip değildir. ‘Kenya Büyük Britanya’nın sömürgesidir’ denildiği zaman şu anlaşılır. Kenya isimli bir ülke vardır. Bir anlaşmayla sınırları önceden çizilmiştir. Burada İngiliz olmayan bir halk yaşar. Bu ülkeyi, kendi ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda Büyük Britanya yönetmektedir. Kürdistan’da bu ilişkileri görmek mümkün değildir. Hiçbir belgede, Kürd, Kürdistan sözcüğü geçmemektedir. Hatta Kürdleri, Kürdistan’ı ima edecek bir sözcük bile geçmemektedir. 1920’lerde, Kürdlere, Kürdistan’a hiçbir statü vermeyen Ortadoğu siyasal düzeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’de kurulan Birleşmiş Milletler döneminde de aynı durumu korumuş, sürdürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikle olmuş fakat Kürdistan’da hiçbir şey değişmemiştir.
***
Kürdlere, Kürdistan’a yaşatılan bu durum aslında sömürge anlayışına da karşıdır. Çünkü sömürgeler, sömürge ile metropol ülke arasında şöyle bir ilişki üzerine kuruludur: Metropol ülke belli bir süre sömürge ülkeyi yönetecek. Onu, ekonomik ve politik bakımdan güçlendirecek, kendi ayakları üzerinde durabilir bir hale getirecek ve sonunda ona bağımsızlık verecek.
İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, Almanya, İtalya, Belçika vs. arasında 1886’da yapılan Berlin Antlaşması’yla fiili durum, kağıt üzerine de geçmiş resmiyet kazanmıştır. Bugün Afrika’da 57 bağımsız devlet vardır. Bu devletlerin sınırlar bu antlaşmada çizilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika sömürgeleri bu sınırlar üzerinden bağımsızlık kazanmıştır. Bağımsızlık sürecinde bu devletler arasında sınır kavgaları olmamıştır.
Kürdlerde, Kürdistan’da bu ilişkileri göremiyoruz. Kürdler, Kürdistan, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış, her parçada, Kürdlerin Kürd olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan hakları gasbedilmiştir. Bu durumun, sonsuza kadar böyle sürmesi istenmektedir. Bu bakımdan ‘Kürdistan sömürge bile değildir’ diyoruz.
1920’ler Bugünlere Nasıl Yansıyor?
Bugün dünyada 212 devlet vardır. Bu devletlerden 193’ü Birleşmiş Milletler üyesidir. Bugün dünyada nüfusu bir milyonu bile bulmayan onlarca devlet vardır. Kuweyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, körfez ülkelerinin nüfusu birer milyonu bile bulmamaktadır. Avrupa Birliği’nde Luxemburg, Kıbrıs, Malta yine böyledir. İslam Konferansı’nda nüfusu bir milyonu bile bulmaya ülke çoktur. Birleşmiş Milletler’de bu şekilde belki 40 devlet vardır.
Kürdlerin, Ortadoğu’daki nüfusu kanımca 50 milyonun üzerindedir. Ama dünya uluslar topluluğunun Kürdlere çok büyük bir haksızlık yaptığı da ortadadır. Kürdler, özellikle Kürd aydınları, bu haksızlığı çeşitli uluslararası toplantılarda dile getirmelidirler.
Devlet sahibi olmak önemlidir. Eğer bir devletiniz yoksa, size ait tarihsel vesikaları, arkeolojik buluntuları, yağmalanmaktan kurtaramazsınız. Eğer bir devletiniz yoksa mezarlıklarınızı bile koruyamazsınız.
Bir Hatırlatma
“Ankara’dan çıktık partileştik. Ortadoğu’ya Kürdistan’a açıldık, ordulaştık. Şimdi dünyaya açılıyoruz, devletleşeceğiz.” Abdullah Öcalan Roma’da böyle konuşuyordu. 1998 Aralık ayının sonları. Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da siyasi sığınma talebinde bulunduğu Hollanda’ya gitmek üzere geldiği Kenya’nın başkenti Nairobi Havaalanı’nda Mavi Bereliler tarafından yakalanıp Türkiye’ye getirildi, İmralı’ya konuldu.
Türk istihbarat yetkilileri, İmralı’da, Abdullah Öcalan’la görüştüler. Bu görüşmelerden sonra Abdullah Öcalan ‘devlet kötüdür, devlet istemiyoruz, bağımsız devlet talebimiz yoktur’ demeye başladı. Daha sonraları federasyon istemiyoruz, özerklik istemiyoruz, dedi.
1998 Aralık ayı sonları, 15 Şubat 1999. Aradan 2 ay bile geçmeden meydana gelen bu fikir değişikliği dikkate değer bir durumdur. ‘Devlet istemiyoruz, devlet kötüdür’ söylemi devletin bir söylemidir. Kürdi, Kürdistani bir söylem değildir. Devletin bunu Kürdlere söyletmesi, devlet için çok büyük bir kazançtır. Bu söylem Kürdlerde sadece bir kafa karışıklığı yaratır.
Bu söylemin bir de şöyle bir yönü var. Eğer devlet kötüyse, önce Kürdleri baskı altında tutan devletlerin eleştirisi gerekir. Halbuki, PKK/KCK’nin bu devletlerle hiçbir sorunu yoktur. Örneğin bu yıl Halepçe’de gerçekleşen soykırımın 36. Yıldönümü anılmıştır. PKK/KCK’nin bu yıldönümünde hiçbir açıklaması olmamıştır. Ama PKK/KCK aynı günlerde bir helikopter kazasında yaşamımı yitiren İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümünden dolayı İran yönetimine başsağlığı mesajı göndermiştir. Bugün, Türkiye, İran, Irak, Suriye vs. bağımsız bir Filistin devletini savunmaktadır. PKK/KCK de bağımsız Filistin devletini savunmaktadır.
PKK, 1978’de ‘Bağımsız, Birleşik Kürdistan’ şiarıyla ortaya çıkmıştı. Bugün ise temel çabası Kürdlerin devletleşmesine engel olmaktır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kazanımlarını etkisiz kılmaya çalışmaktır. Bunun devletin bir söylemi olduğunu, bunlar Kürdlere söyletmenin devlet için çok büyük bir başarı, bir kazanç olduğunu yukarıda ifade etmeye çalışmıştım. Bugün, PKK/KCK’nin karşı çıktığı engellemeye çalıştığı yegane devlet Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Bu da Kürdler için değil başkaları için savaşıldığı anlamına gelir.
Bengal-Pakistan İlişkisi
Çözüm söz konusu olduğu zaman, Kürdler daha çok, Bask, İRA gibi sorunların nasıl çözümlendiği arayışına girmektedirler. Örneğin,
Barış ve Demokrasi Partisi, İspanya-Bask ilişkisini, İngiltere-IRA ilişkisini incelemek için, Güney Afrika’daki çözümü, gelişmeleri kavramak için önemli çaba harcıyordu. BDP’den sonra kurulan Halkların Demokrasi Partisi de aynı tutumu sürdürmektedir. Bu tür incelemeleri yapmak da önemli olabilir ama incelenmesi gereken, Kürdlere ilham verecek, yol gösterecek olan esas konu Müslüman Bengal halkının Müslüman Pakistan devletinden haklarını, özgürlüklerini nasıl aldığıdır. Bu konuya kısaca değinmekte yarar vardır.
İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sömürgesi Hindistan’dan çekileceğini, Hindistan’a bağımsızlık vereceğini açıkladı. Müslüman önderler, örneğin, Muhammed Ali Cinnah (1876-1948), Muhammed İkbal (1877-1938) bu süreçte, Hindlilerle birlikte yaşamak istemediklerini, ayrı bir devlet istediklerini vurguladılar. “Bizim dilimiz ayrıdır, kültürümüz ayrıdır. Biz Hindlilerle birlikte yaşamak istemiyoruz, ayrı bir devlet istiyoruz” sözü, Müslüman önderlerin sözleriydi. Hindistan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin liderleri, Mohandas Gandhi (1869-1948), Cavahirlal Nehru (1889-1964) bu öneriyi olumlu karşıladılar. 17 Ağustos 1947 de, aynı gün, aynı saatte iki devlet birlikte doğdu. Hindistan, Pakistan.
O zamanlar Pakistan iki parçalı olarak kuruldu. Batı Pakistan, ( bugünkü Pakistan), Doğu Pakistan (Doğu Bengal, bugünkü Bengladeş). Bengal de iki paçaydı. Hindu Bengallerin yaşadığı Batı Bengal, Müslüman Bengallerin yaşadığı Doğu Bengal
Bugün, Hindu Bengallerin yaşadığı Batı Bengal, Hindistan’ın bir eyaletidir. Yüz milyona yakın nüfusu vardır. Başkenti Kalküta, resmi dili Bengalce.. Bugün, Bengladeş Halk Cumhuriyeti olarak bilinen Doğu Bengal’de 165 milyon, Pakistan’da 175 milyon insan yaşamaktadır. Doğu Bengal, Ganj Nehri’nin Hind Okyanusu’na döküldüğü alandır
1940’ların sonlarında yani Pakistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığı dönemlerde, Batı Pakistan ve Doğu Pakistan arasında 2300 km. mesafe vardı. Aradaki topraklar Hindistan topraklarıydı.
Pakistan kurulduğu günlerde itibaren, Bengaller, Doğu Bengal’in özerkliğini, Bengal dilinin resmi dil olmasını istediler. “Bengal Dil Hareketi” isimli bir kurum oluşturuldu. Bengal aydınlarının, Bengal halkının taleplerine Pakistan’lı yöneticiler, her zaman, “biz kardeşiz, talepleriniz İslam kardeşliğine aykırıdır. Ümmet kardeşliğine aykırıdır. Bu taleplerinizden vazgeçin” şeklinde cevap veriyorlardı. Pakistan aydınları da Pakistan devleti gibi düşünüyor, Bengal aydınlarını, Bengal halkının taleplerine olumsuz yaklaşıyorlardı. Pakistan tarafının bu açıklamalarına, Bengal halkı, Bengal aydınları, “biz kardeş değiliz” diye cevap veriyorlardı. ‘Biz kardeş değiliz, Siz bizim düşmanımızsınız, çünkü ülkemiz işgal ettiniz, Bengal dilimizi yasakladınız, Urdu dilini egemen kıldınız. Bizi asimile etmeye çalışıyorsunuz. Biz dünyanın başka yörelerindeki halklara, İslam Halklara ‘kardeş” diyebiliriz, ama size demiyoruz.
1950’lerde, 1960’larda, Malik Gulam Muhammed (1895-1956), Seyid İskender Mirza (1899-1969), Muhammed Eyüp Han (1907-1974), Muhammed Yahya Han (1917-1980) dönemleri böyle tartışmalara, tutuklamalarla geçti.
1971 yılının başlarında, Doğu Pakistan’da (Doğu Bengal) seçimler yapıldı. Şeyh Muciburrahman (1920-1975) liderliğindeki Müslüman Avami Birlik Partisi milletvekilliklerinin büyük bir kısmın kazandı. Ama Cumhurbaşkanı Yahya Han meclisin toplanmasına izin vermedi. Bunun üzerin Doğu Pakistan’da Bengal halkı silahlı direnişe başladı. 1971 yılı yaz aylarında çok yoğun bir savaş yaşandı. Pakistan devlet terörünü tırmandırdı. Bir çırpıda, yüzbinlerce Doğu Bengalli Batı Bengal’e mülteci olarak sığınmaya başladı. Bu, Hindistan’ı çok rahatsız eden bir durum yarattı. Sonuçta Hindistan ordusu Doğu Bengal’e girdi. Pakistan ordusunu etkisiz bıraktı. 1971 yılı sonlarında Doğu Bengal bağımsızlığını ilan etti. Bengladeş böyle kuruldu. 1971 yılı yaz aylarında gerçekleşen savaşta, yüzbinlerce kayıptan söz edilir. O zaman Hindistan başbakanı İndira Gandhi’ydi (1917-1984)
1972 yılı başlarında, Sovyetler Birliği, ABD, Avrupa devletleri Bengladeş’i tanıdı. Bunun üzerine Hindistan ordusu Bengladeş’den çekildi. Bengladeş’i en son tanıyan Pakistan oldu. 1975 de toplanana İslam Konferansı sırasında bu tanıma gerçekleşti. Pakistan’dan sonra Türkiye de tanıdı. 1971 deki Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sürecinde, Türkiye Bengalli savaşçıları eşkiyalık yapmakla suçluyordu.
İslam kardeşliği, ümmet kardeşliği sloganı Kürdleri çok kandırıyor. Kürdistan’ın güneyindeki Kürd önderler, Halepçe gibi bir soykırımdan sonra, Enfal’den bile sonra Kürd-Arap kardeşliğinden söz ediyorlardı. İslam kardeşliği sloganını terkedip eşitlik istemek çok daha doğrudur. Kardeşlik belirsiz bir slogandır, muğlak bir slogandır. Büyük kardeş küçük kardeşe her zaman, ‘sen küçüksün ağabeyini dinle’der. Eşitlik anlayışı ise daha belirgindir. ‘Sende hangi kurumlar varsa ben de onları istiyorum’ daha açık bir söylemdir.
1996-1997 yıllarında, Türkiye’de, Kürdistan’da gerilla mücadelesi yükseldiği zaman, Türk aydınlarının bir kısmı “her dile bir devlet gerekmez” demeye başladılar. “Dünyada 4000 (dört bin) civarında dil vardır. Her dile bir devlet mi olacak?” diyorlardı. Bunu derken, o dili konuşanları nüfuslarına hiç değinmiyorlardı. Örneğin, Sibirya’da, Ekvator bölgelerinde, 100-200 kişinin konuştuğu dillerle milyonlarca insanın konuştuğu Kürdçe’yle aynı kefeye koyuyorlardı. “Her dile bir devlet olmaz” anlayışı 1950’lerde, Pakistan’da da söylenmiş. Halbuki o zamanlar Bengal Dili, dünyada, Çince, Hindçe, İngilizce ve İspanyolca’dan sonra en çok konuşulan beşinci dil oluyor. Bugün de öyledir. Bengalce, Bengladeş’den ve Batı Bengal’den başka, Myanmar’da, Nepal ve Butan’da, Hindistan’ın Assam, Tripor, Bengalor gibi eyaletlerinde de konuşuluyor.
İslam kardeşliği sloganı Kürdleri çok kandırıyor. Müslüman Bengal halkının bu slogana neden kanmadığı, Kürdlerin neden kandığı incelenmeye değer bir konudur. Kürd Seyyah İbrahim Sediyani’nin, Sediyani Seyahatnamesi önemli bir kaynaktır. İbrahim Sediyani, Bengladeş’i, “Bir Yanım Su, Bir Yanım Ateş, Aç Bana Kucağını Bengladeş” dizisinde dile getirmektedir.
Pîne, Kürt-Türk Kardeşliğinin Neresinde?
Diyarbakır’da, Pîne Kitap -Kafe sahibi Ramazan Şimşek, Mayıs ayının sonlarında, müşterilerine Kürdçe hizmet verdiği için, bir polis baskınında gözaltına alındı. Üç gün gözaltında kalan Ramazan Şimşek, daha sonra bir müddet ev hapsiyle cezalandırıldı. Bu, ‘Kürd-Türk kardeşliği’ sloganının, anlayışının ne kadar sahte olduğunu, toplumda hiçbir karşılığının bulunmadığını, bir defa daha gösterdi. Aynı zamanda bu sloganın çok muğlak, belirsiz olduğunu da gösterdi. Senin neyin varsa, ne gibi kurumların varsa ben de onu istiyorum’ diyerek eşitlik üzerinde durmak çok daha doğru, sağlıklıdır.
2 Haziran günü, Gencettin Öner, İbrahim Gürbüz, Necip Yeşil ve Nedret Bilici ile Pîne Kitap -Kafe’yi ziyaret ettik. Pîne Kitap -Kafe çok hoş, geniş bir mekan. Duvarlar Kürdçe karikatürlerle bezenmiş. Her tarafa çok güzel çiçekler ekilmiş. Biz gittiğimizde başka ziyaretçiler, müşteriler de vardı. Biz ordayken gelen-gidenler de oldu. Gelen-gidenler çoğaldı. Çok genç bir dengbej Pîne Kitap-Kafe’de şarkılar söyledi. Kadın-erkek insanlar masalar etrafında oturmuş birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Aileler çocuklarını da getirmişlerdi. Pîne Kitap-Kafe’de Ramazan Şimşek’in durumu hakkında, ev hapsi hakkında Kürdçe sohbetler yapıldı.
Kürdlerin Geleceği ve Çocuklar
Bugün, Diyarbakır, Batman, Mardin, Van, Urfa, Viranşehir gibi alanlarda, sokakta, kapılarının önünde oynayan çocukları izleyelim. Bu çocuklar oyunlarında, bibileriyle ilişkilerinde birbirleriyle kavgalarında hangi dili kullanıyorlar. Eğer bu dil Küdçe değilse, Kürdler, Kürdistan çok büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kahvehanelerde oturan 50, 60, 70 yaşlarındaki Kürdlerin Kürdçe konuşmaları elbette çok güzel bir durumdur. Ama bunlar belirleyici değildir. Belirleyici olan çocukların durumudur. Yarını belirleyecek olan çocuklardır.
Kürdler arasında Kürd dilinin konuşulması, çocukların Kürd diliyle eğitilmesi bu bakımdan çok önemlidir. Çocukların Kürd diliyle eğitilmesi konusunda Kürdi Der’in, Kürd-Dil Hareketi oluşumlarının gayretleri çok değerlidir. Küçümsemeden, Kürdçe seçmeli ders hakkını büyütmek, kalıcı hale getirmek önemlidir.
Türkiyelileşme
Kürdçe konuşma konusunda çocukların durumu gibi kadınların durumunun irdelenmesi de önemlidir. Bu çerçevede, 7-8 yıl önce Dersim’de gerçekleşen bir sempozyumdan söz etmek gereğini duyuyorum.
Bu sempozyuma Cizre’den gelen dört-beş kadın da katıldı. Bu kadınlar, Cizre’de gerçekleşen devlet terörünü anlatıyorlardı. Ekmek almak için sokağa çıkan ama öldürülen yaşlı bir kişinin cenazesini eve alamadıklarını, ölen bir çocuğu gömemedikleri için cesedinin buzdolabında sakladıklarını vs. anlatıyorlardı. Bir kadın bunları Türkçe anlattı. O kadın Kürdçe bildiği halde Türkçe konuştu. Salonda, kanımca 500 civarında dinleyici vardı. Kanımca dinleyicilerin % 99’u Kürddü.
Devlet terörü anlatılıyor. % 99’u Kürd bir kitleye anlatılıyor. Ama Küdçe değil, Türkçe anlatılıyor. Kadınların biri de konuşmasına, ‘Ben Türkçe bilemediğim için sizlerden özür diliyorum’ diyerek başlamıştı.
O kadınlardan birine, oturum arasında neden kendi ana dilinizle konuşmuyorsunuz, neden ana dilinize bu kadar yabancılaşmışsınız diye sormuştum. ‘Biz Türkçeye düşman değiliz’ diye cevap verdi. Burada, düşmanlık sözcüğünün kullanılmasının çok yanlış olduğunu ifade ettim ‘neden anadilinize dost olmadığınızı, neden ana diliniz Kürdçe’ye bu kadar yabancılaştığınızı soruyorum, demeye çalıştım. Yine kem-küm ederek ‘Biz Türkçe’ye düşman değiliz! Demeye gayret etti.
İşte Türkiyelileşme budur. Kendi öz değerlerinden uzaklaşmak, kendi değerlerini küçümsemek, sana baskı zulüm yapan devletin değerleriyle bütünleşmeye çalışmak…
Türkiyelileşme’nin bilimin ve siyasetin kavramlarıyla eleştirilmesi gerekir.
***
İki Konu
Yirminci yüzyıl başlarında Kürd aydınları, Kürdi, Kürdistani değil, Osmanlıcıydı. Bu Kürd aydınları daha çok İstanbul’da yaşıyorlardı. Osmanlı’nın birliğini, bütünlüğünü savunuyorlardı. Günümüzde Türk üniversitelerinde ve bazı Avrupa metropollerinde görevli Kürd akademisyenlerin ise Türkiyeci olduklarını gözlemlemekteyim. Öbür konu ise, İbrahim Gürbüz’ün milliyetçilik konusundaki ezber bozan görüşleridir. İbrahim Gürbüz’ün ‘toprak temelli milliyetçilik’, ‘diaspora milliyetçiliği’, ‘etnik milliyetçilik’ kavramlarını irdelemesi ve milliyetçilik teorisini Kürd toplumu özgülünde uygulaması kanımca çok değerli ve önemlidir.
Deng Dergisi, sayı:133
- Seçim değil, devrim…
- Zaloğlu Rustem Kürddür Ama Kürdler Zaloğlu Rustem Değiller
- Antirasyonel Ve Antimodern Bir İdeoloji Olarak İslam
- Kürdistan'da Milliyetçilik: Tarihsel ve Sosyopolitik Bir İnceleme
- Kürt Meselesinde Neredeyiz? *
- Kürdlerin Geleceği Konusunda Birkaç Söz
- Yeni Ortadoğu ve Kürdistan*
- 31 Mart Seçim Sonuçları Kürt Meselesi Bakımından Ne İfade Ediyor?*
- Nasrallah’ın ölümü
- ULUSLARARASI KAMU HUKUKU BAKIŞ AÇISI İLE TRÜKİYE–IRAK-GÜVENLİK PORTOKULU VE KÜRTLER